Mor günlere zarf

Nazan Bilen

Aramızda seviştirecek ne kaldı ki? Ölü, sen de! Bir ceset kadar beyaz ve durgunsun. Ne zamandır birlikteyiz bir kerecik bir şarkı mırıldandığını bile duymadım. Ellerin yaz kış soğuk, sanki güneş tutmuyorlar.

Kalanlardan olmayı sevmemişti hiçbir zaman. Gitmek, içi birlikte geçirilmiş keyifsiz anılarla dolu bu evi ona bırakmak. Acısını hafifletirdi belki. Kendini yeni, pratik acılar akıntısına bırakırsa bir öncekinin yoğunluğu azalırdı. Ev arardı önce. Yeni bir sığınak taze bir yaşam doğururdu. Bakılması ve büyütülmesi gereken yeni merdivenleri olurdu. Posta kutusu, asansörde karşılaşmak istemediği turfanda komşuları. Kalınca hastalanıyordu. Kendine, vücuduna, eşyalarına küsüyordu. Albümleri saklamak, çerçevelere yeni resimler koymak, fotoğraflardan süzülen o çıldırtıcı ten kokusunu yok saymak kalmayı oldukça güçleştiriyordu.

Sonra eşyalar vardı. Taraf tutuyorlardı sanki. Üzülmen için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hiç olmadık bir anda, olmadık bir yerden onun tişörtü çıkıyor, diğer tekinden ayrı düşmüş bir çorap çekmecenin en dip ucundan bakarken yalnızlığını yüzüne vuruyordu. Eşyaların yerlerini değiştirmek, evi yeniden dekore etmek başlı başına bir olaydı. Yeri değiştirilen her eşyaya yeni bir kimlik uydurmak şarttı. Kedinin miyavlamalarında onu çağırırken kullandığı tonu daha yeni farkediyordu. Giderek yaşanmışların yerini hatıralar almaya başlıyordu. Yeni anılar üretmediğinden eskileri elden geçiriyordu. Küçük bir çocuğun eline geçirdiği simli kalemle herşeyi parlatması gibi yaşanmış kötü anları bile güzelliyordu. Sanki anıları satabileceği bir eskici dükkanı varmış gibi.

Geceleri ayak tırnakları bir cesede aitmiş gibi soğuk soğuk tenine değdiğinde başlamıştı geri sayım. Kopmuş, kesilmiş kendi başlarına uzayan tırnaklar giriyordu kâbuslarına. Bir kelebek ne kadar uyursa o kadar uyur olmuştu. Adamın yaptığı her şey gözüne batmaktaydı. Nefes alış verişleri bile. Artık hiçbir zaman, hiçbir yerde karşı karşıya oturmadıklarını farketmişti. Hep yanyanaydılar. Koltukta televizyon izlerken, yatakta, arabada, yemek masasını kullanmak yerine sehpa üzerindeki yemeklerini yerlerken. Sevişirken bile birbirlerine bakmıyorlardı. Tanıdık bir yabancı, uzak bir sesti adam. Daha önce hiç duymadığı bir şeyi dinlerken anlattıkları defalarca duyduğu hikayelere dönüşüyordu. Bu ses dinlediklerindeki bütün gizemi, heyecanı emiyor, geriye sadece posası kalıyordu konuların. Can sıkıntısı patronları da dahil her şey ezberlenmişti artık. Biliyordu. Geleceğinde yoktu adam. O şimdiden, hatta yanındayken bile bir anıya dönüşüvermişti. Yeni çekilecek fotoğrafları olmayacaktı.

Nerdeyse bütün bir yaz boyunca açılmamış mor perdeler. Kalın, koyu renk kumaştan yapıldıklarından hiçbir mevsimi içeri sızdırmıyorlardı. Yatağın diğer tarafı kırık ve içine göçmüş olduğu için, alışkanlıktan ya da kazayla bile o tarafa geçmemeyi öğrenmişti. Dibi görünmeyen derin bir çukurdu adeta. Onunla yaşadığı sevişme sahneleri, kokular ve içsel çığlıklarla dolu. Hareketli, kıpır kıpır. Yanında kedinin bile uyuyamadığı bir çukur.

Ara sıra ortaya çıkan başka gözleri duvardaki gölgelerin, perdelerin ve nevresimin içine gizlenmiş bütün şekilleri bulup çıkartıncaya kadar kalkmıyordu yataktan. Yatağı garip bir adaydı. Evinde yalnızlığını en çok hissettiren ama aynı zamanda da güç aldığı nokta. Hatta bir şemsiye. Diğer odalardan gelen karanlık anı bulutlarının ıslatmasını engelleyen. Yorganı kafasına çektiğinde ya da gözünü tavana diktiğinde hemen açılırdı şemsiye. Uyanıp ayağını yere bastığında yaşam yeni bir günü giyinmiş olarak karşısına dikilirdi. Her yeni anın bakir olduğunu söylerlerdi ama o yatağından çıkar çıkmaz deliklerle dolmaya başlardı zaman. Kendisinin şekillendiremediği, boyayamadığı, dolduramadığı kara delikler. Bunların içine düşmemek için çabalarken aslında hep aynı yaşama uyandığı, hep aynı taşlardan sekerek geceye vardığı bilinci dirilirdi.

Artık evi, odaları büyüyecek, oksijeni artacaktı belki ama kendiyle başbaşalığının daha derin katlarıyla da yakından tanışacaktı. Aslında tamamen tekbaşına da sayılmazdı. Evinde bir kedi, üç tane de ayna beslemekteydi.

***

Birinci ayna (Kâhin): Bir aynaydı belki, ama yalnızlığını okşuyordu. Yatak odasında kendi boyunda, gümüş çerçeveli bir ayna. Yaşı bilinmiyordu. Bir eskici dükkanından alınmıştı. Bitkinliğinden çok şey gösterdiği anlaşılabiliyordu. Geleceğini yansıtıyordu bu ayna. Kendini yıllar sonrasında görebiliyordu.

İkinci ayna (Gezgin): Çocukluğunun iki boyutlu sandığı. İçinde babasının zayıflıktan çok daha iri görünen gözleri, çökmüş yüzü, sonradan kararmış teni. Annesinin elbise altına giydiği, renk cümbüşlü pazen pijamaları. Bahçedeki dut ağacında bacağına yapışan devasa çekirge. Babaannesi, ona ilk defa renkli rüya görmeyi öğreten. Dedesinin kuyu diplerinden çıkarılıp, ayranla sunulan masalları. Yuvarlak bir ayna, ne kadar fütürüstik görünse de geçmişe götürmekte onu. Siyah çerçeveli. Bir yerde asılı değil, özel bir yeri yok. Evin içinde gezinip durur.

Üçüncü ayna (Göz): Ona baktığında bir başkasının gözünden görür kendini. Çoğu zaman şiddetli hayal kırıklıkları saklar içinde. Kimin kendisini nasıl gördüğünü merak ettiğinde yanıtını alır. Her seferinde bir yerlerde unutmak için çok uğraşmıştır, ama ayna ne yapıp edip kendini buldurur. Yüzü koyun uyur. Üzeri gümüş kakmalı elişleriyle doludur. Göz'ü çağıran genellikle henüz dillendirilmemiş bir sorudur.

Kedi: Sütü sevmezdi. Canı sıkıldığında ya da acıkıp yemek istediğinde bunu belli etmek için kağıt yırtardı. Cinsiyetsizdi. Arasıra saklandığı kendi özel boyutları vardı. Öyle zamanlarda ne kadar aranırsa aransın bulunmazdı. Adı Taksi'ydi.

***

Taksi yine sabahın altısında uyandırmıştı onu. Son günlerde bir arkadaşından aldığı uyku haplarıyla uyuyabiliyordu ancak. Hap sanki uyutmaktan çok rüya gördürme görevi üstlenmişti. Yatağın yanı Taksi'nin yırttığı kağıtlarla doluydu. Yırtılan kağıt sesi kulaklarını tırmalıyordu. Ses dayanılmaz bir hal aldığında kalkıp Taksiye mamasını veriyordu. Böylece kedi, mamasını uyguladığı garip işkence yöntemiyle gittikçe daha erken saatlerde almaya başlamıştı. Bu durumdan Kedigen.com da bahsetmişti gece yarısı sohbetlerinde, ama kedi dostları bu konuda yardımcı olamamışlardı. Kimileri Taksi'nin ses tellerini aldırtmasını önermişti. Böylece hayvanın isterik miyavlamalarını duymazdı. Ama onun derdi yırtılan kağıt sesinden kurtulmaktı kedinin miyavlamalarından değil. Hem hiç ses çıkarmayan bir kedi neye benzerdi ki. Taksi'nin kendini kapıda karşılaması, her tür miyavını birden hoşgeldin olarak birleştirip üzerine salması hoşuna gidiyordu. Yalnızlığının içinde büyüttüğü yabanıl otları söküp alıyordu.

Bir sardunya konservesi açıp Taksi'nin önüne koydu. Gözlerinden hâlâ rüya akmaktaydı. İki eliyle göğüslerini bir sutyen gibi kavrayarak, pencerenin önünde bir süre dışarıda yağan karı izledi. Yatağı tek bir insan ne kadar ısıtabiliyorsa o kadar sıcaktı. Üşüyordu. Sıcak su torbasını doldurmaya üşendi. O anda elbise dolabının üzerinden bir gölge geçti. Mor perdelerin ardından fısıltılar geliyordu.

Tekrar uyandığında yerde, yorganın üzerinde uyurken buldu kendini. İçeride inanılmaz bunaltıcı bir hava vardı. Pencereleri açtı. Dışarıda köpeklerini gezdiren yazlık elbise giymiş insanlar gördü inanamadı. Kaç gündür dışarı çıkmamıştı. En fazla bir hafta. Evde süt bittiğinde dayanamazdı çünkü. Sütü bol kahve içmeden yapamazdı.

İyiden iyiye kapanmıştı eve. Perdeleri açık camların önünde bir rüzgâr oyununa terkederek aynanın karşısına geçti. Ayna ilgi bekliyordu. Garipti. Güne gelecekten başlıyordu. Kendini yaklaşık on yıl sonra kırk yaşında görüyordu. Küçük bir ormana bakan, masum, minik bir uçurumun kenarında durmaktaydı. “Atla" dedi ayna. Korkmasına gerek yoktu. Daha önce de yapmıştı bunu. “Atla" bilgisayardaki “enter" gibiydi. Ona yeni şeyler açıyordu. Atladı. Koyu bir sevişme sahnesinin içinde buldu kendini. Islaktı. Son zamanlarda bu aynanın eril bir eşya olduğunu düşünmeye başlamıştı. Rüyaları da öyleydiler sanki. Eril rüyalar kısa oluyorlardı. Ardarda böyle bir sürü kısa rüyalar görüyordu. Bazen de bir dişil rüyanın içine düşüyordu. O zaman ne kadar uğraşırsa uğraşsın uyanamıyordu. Uzadıkça uzayan, bir tümör gibi büyüyen, büyüdükçe onu uyanma noktasından uzaklaştıran bir rüya. Böyle dişil rüyalardan sadece bir kapı zili ya da telefon sesiyle uyanabiliyordu. Taksi bile rüyayla anlaşmışcasına kağıt yırtmıyordu. Neyse ki çok sık olmuyordu. Annesi bu yüzden her gün sabah saat onda uzun uzun çaldırırdı telefonunu.

Telefona yetişmek için koşarken vücudunun farkına vardı. Teni daha bir beyazlamıştı. Saçları göğüs uçlarını açıkta bırakacak şekilde kapatmıştı memelerini. Biraz zayıfladığından göğüsleri küçülmüştü. Uzun süredir alınmadıklarından bacaklarındaki tüyler çoğalmış gibi geldi. Yalnız yaşarsa kendine daha iyi bakacağını düşünmüştü hep. Her gece yatmadan önce cildini temizleyip, gece kremiyle besleyecekti güya. Ne kadar basit gelmişti her şey. Arasıra adamın kocaman, damarlı, güzel bulduğu ellerini özlemiyor değildi. Bu damarları zamanla sadece kendisini besler olmuştu. Oysa başlarda birlikteliklerine akmaktaydılar. Dokunulmadan geçen günler birbirini izliyordu. Dokunulmadıkça kasları, kemikleri eriyor, gitgide bir et yığınına dönüşüyordu sanki. Birilerinin bu hallerini yazdığını biliyordu. Bu tamamen sezgisel bir bilişti onun için. Ortaokul birinci sınıfta ilk defa ciddi derecede aşık olduğunda da sürekli gözleniyormuş hissine kapılırdı. Kendisini gördüğünü düşündüğü sevgilisinin onu beğenmesi için elinden geleni yapar, her hareketine dikkat ederdi. Bir domatesi keserken, ekmeği bölerken, müzik seçerken, saçlarını tararken… Şimdi ki de öyle bir duyguydu.

Oturup evini dinliyordu sık sık, kendi dinlendiğinden emin. Evin ve eşyaların çıkardığı bütün sesleri tanıyordu artık. Bir sandalyenin çıkardığı çıtırtıda kendi sesini tanıyabiliyor, balkonun sesinde sürekli asılı kalmak yüzünden çektiği bitkinliği derinden hissediyordu. Böyle anlarda tam göğsünün ortasında bir vitamin tabletinin suda erirkenki çözülüşüne tanıklık ediyor, içine yağmurlar yağıyormuş duygusuna kapılıyordu. Balkon yerine bir bahçesi olsaydı daha yalnız olurdu. Habire sınıyordu hayatın ardında kalmayı.

Çocuklar gördü balkonunun durduğu oyun sahasında. Salıncakların hepsi kapılmıştı. Bunlardan birinde en son sallandığı zamanı hatırladı. Hafif sarhoştu ve kösnül bir haz almıştı. Uçar gibi olurken havanın dokunuşlarını çok sevmişti.

Eskiden yalnızlığıyla birlikte dışarı çıkabiliyordu. Tek başına trene binip kumsala gidiyor, güneşleniyordu ya da öğle yemeğini kalabalık bir kafede yiyordu. Havaların çok az güzel olduğu, yazın gezici bir sirk kadar kısa kaldığı bu şehire güneş geldiğinde mutlaka görmeye gidiyordu. Yoksa birşeyler kaçırıyormuş duygusuna kapılıyordu. Birşeyler kaçırıyormuş duygusunu gözünde sürekli güneş gözlüğüyle gezmeye benzetirdi. Her şeyi gözlüğün camı renginde bir pas kaplar, renkler koyulurdu. Son iki yıldır yazı balkonunda begonya ve petunyalarının arasında geçirmekteydi. Birkaç kere taze baharat yetiştirmeye de yeltenmişti, ama her seferinde Taksi'nin gazabına uğramışlardı. Taksi yuttuğu kıllarını en kolay nasıl kusacağının yollarını araştırıyor olmalıydı. Arasıra kağıt kustuğu da oluyordu. Bazen uyandığında bu küçük kusmuk gölcüklerine basıyor, bir hışımla Taksiyi arıyordu ama o yine sırra kadem basmış oluyordu.

Hiç kimsenin tesadüfen zile basıp ben geldim demediği bir şehirde insanın aslında yalnız kalmaya pek de çaba harcaması gerekmiyordu. Misafir gelmediği için evde özel yiyecekler bulundurması da gerekmiyordu. Böyle bir kurulu düzen içinde sürüp gidiyordu yalnızlığı. Zamanla dışarı çıkmaktan ürkmeye başlamıştı. Herkes ona bakıyormuş, yalnızlığı her halinden belli olluyormuş gibi geliyordu. En çok da ayakkabıları ele veriyordu onu. Üzerlerinde bir çift üzgün göz varmış gibi hüzünlü bakıyorlardı hep. Sonra elleri. Para alıp verirken ceplerinden çıkarılmış, bir çift beyaz eldivendiler sanki ve daha önce hiç görmemişti onları. Ellerine olan bu güvensizliği satıcılara da yansırdı. Paranın üstünü eline dokunmamaya çalışarak uzatırlardı. Vitrin camlarında gözucuna ancak güç bela yakalanan görüntü kendisinin değildi hiçbir zaman. Her seferinde kendine benzeyen, ama bir önceki görüntüyle ilgisi olmayan birini görürdü. Paramparça olurdu eve dönene kadar. Asansöre de binmezdi içinde ayna var diye. Yabancı aynalara kendi görüntüsünden elinden geldiğince zırnık koklatmazdı. Eve yangın merdivenlerinden çıkardı. Metal, açık gri merdivenler her adımda farklı sesler vererek iştirakçı bir tutum sergilerlerdi. Sekiz katlı apartmanın merdiveni merdiven değildi de akordu bozuk dev bir vibrafondu sanki. İçeri girdiği anda toparlanmaya başlardı vücudu. Elleri kendi elleri, ayakları kendi ayakları olurlar ve yapboz tamamlanırdı. Aslında sık sık alısveriş yapmamasının olumlu yanları da vardı. Şimdi hiç olmaz denecek birleşimlerle yemek yapmayı öğrenmişti. En uç denemelerinden biri şeftalili, acılı makarnaydı.

Bu akşam yemek pişirmeyecekti. Zaten geçti artık. Bir kavun kaşıklayıp, yatağının yanındaki lambanın ılık ışığına sığınarak kitabına devam edecekti. Taksi yatağın onun tarafında, ayak ucunda hiç bitmeyen şekerlemelerinden birini yapmaktaydı. Diğer taraftaki çukur her geçen gün sezdirmemeye çalışarak derinleşmekteydi sanki. Çukurun yanında Gezginin durduğunu gördü. Alışmıştı artık onun ortalıkta dolanmasına. Biraz önce de balkonda yanına gelmiş, Çin gülünün ne kadar kocaman açtığına şaşırmış, petunyaların alçakgönüllülüğüne hayran kalıp, begonyayı fazla mesafeli bulmuştu. Gezgin yansıttığı alanları kendi seçmeyi severdi. Gezgin yatağa baktı, o Gezgin'e. Aynadaki çukur nefes alıyor gibiydi. Yalnızlığıyla ve soğukluğuyla besleniyordu herhalde.

Aynadaki çukur birden bir kuyuya dönüştü. Bu kuyuyu tanıyordu. Anneannesinin küçük bir ormana bakan evinin biraz ilerisinde bir kuyu vardı. Yanında kimin olduğu bilinmeyen, kirpikleri de dahil bembeyaz bir at otlanırdı. Sonradan edinilmiş bir beyazlıktı onunkisi. Sanki görkemli günleri bitince zamanla rengi de solmuştu. Belki de bir çocuğun boyama kitabından kovulmuştu. Çok sevdiği bir şeyi uzun süredir yitirmiş olmanın umutsuzluğu ve boşvermişliği vardı gözlerinde. Atla kuyu birbirlerinden ayrılmaz ikiliydiler onun için. Küçükken bu kuyuya sırlarını ve küçük yalanlarını atarlardı. Eğer sır düştüğünde tok bir ses çıkarırsa onlar kimseye söylemediği sürece duyulmayacak demekti. Yankılanırsa sır sır olmaya layık değildi ve bir yolu bulunup paylaşılmalıydı. Bütün sırlarını koruma karşılığında teyzesinin büyük kızı sol kulağındaki altın küpeyi atmıştı kuyuya. Küpe düştüğünde tok bir ses çıkarmıştı. Annesi küpenin kaybolduğunu öğrenince sol kulak deliğine tıkanmasın diye bir ip bağlamıştı.

Gezgin yine yapacağını yapmış, ikiye bölmüştü kafasını. Geçmişe yaptığı bu ayrıntı çeyizi düzdürücü geziler onu darmadağın etmekteydiler. Gezgin'i krem rengi komodinin üzerine bırakıp Taksi'ye mamasını verdi. Sardunya konservesi. Konserveleri her sayfasında değişik renklerde silme sardunya resimleri bulunan bir takvimden balık etiyle terbiyeleyip yapmıştı. Taksi en çok üzerinde kırmızı sardunyalar olan mart, nisan, mayıs sayfasını sevmişti.

Çiçek konusu geçince hep babaannesi geliyordu aklına. Ona çiçek ekmeyi öğreten oydu. “Sen ne eksen çıkıyor kızım." derdi. Babaannesi her çiçeğe kendisi bir isim koyardı. Akasya Kral ağacıydı onun için, Begonvil Gelin duvağı.

Kendini böyle yalıtması onu sevenler için büyük bir ceza olmalıydı. Herkes umudu kesmişti zaten. Bu kızın ne evleneceği, ne doğuracağı var. Oysa rüyalarında gördüğü ve evlatlık edindiği bir çocuğu vardı. Bazen kız oluyordu bu çocuk bazen erkek. Kâhin de göstermişti onu birkaç kere. Eğer Kâhin sandığı gibi bir eril aynaysa belki de ondandı rüyasında gördüğü çocuk.

Tam uykuya dalmadan önce kendini bilmediği bir konu hakkında hiç tanımadığı insanlarla konuşurken gördü. Gözleri beyninin içine dönmüş bu konuşmayı izliyordu. Daha dikkatli dinlemeye kalktığı anda yokoluveren bir konuşmaydı bu. Mor perdelerin ardından fısıltılar geliyordu. Şimşek çaktı, açık pencereden odanın karanlığına dışarının nemli, kuzeye has koyu gri karanlığı karışmaktaydı. Yağmur hızlanıyordu gitgide. O sırada krem rengi elbise dolabının kapağından hızla bir görüntü geçti. Göz kendini sobelettirmeye mi çalışıyordu?

El üstünde kimin eli var? Göz içinde kimin gözü? Deniz fıçıya nasıl sığar? Fısıltılar arasından seçip çıkarabildiği cümlelerdi bunlar. İçe çevrilmiş gözlerinin portre çeşitliliği yüzünden yaşadığı şaşkınlıksa inanılmazdı. Her tür kılık kıyafette, değişik zamanlarda yaşamış oldukları her hallerinden belli bir sürü insan saniyelik aralıklarla gelip gidiyorlardı. Bütün bunlara bir anlam veremiyordu. Gözleri kocaman bir salondu, kendinden habersiz bir maskeli balo mu organize etmişti? Kendisi bir başkasının gözü olabilmek için üçüncü aynasını kullanıyordu. Daha doğrusu ayna bunu o istemese de yapmaktaydı. Birileri de kendi gözünü kullanıyor olabilirler miydi? Gözlerinin büyümeye başladığını hissetti. Böyle zamanlarda yanakları bir tiyatro perdesinin açılışı gibi yukarıdan aşağıya ve kenarlara doğru çekilirler, burnu ve dudakları kaybolurdu. Sonra bütün yüzünü bir göz kaplardı. Ama bu bildiğimiz göze benzemezdi. Kocaman, siyah bir boşluğa dönüşürdü yüzü. Bu boşlukla görürdü kendini başka birinin gözünden. Ayna yüzünde belirirdi. Başka bir aynaya yüzünün aldığı yeni hali görmek için baktığında hiçbir şey göremezdi. Sadece içinden dışına dökülen, bazan da akan görüntülere bakardı. Acımasız bir gözdü. Hiçbir bahane tanımazdı. İşte şimdi hayatını nasıl bu kadar hor kullanabildiğini ve bunu yapmak için çok da kayda değer nedenleri olmadığını göstermekteydi. Kanıtlarıysa her seferinde anılardan görüntülediği sahnelerdi. Kendisi argümanlarına ne kadar inanırsa inansın, başkalarının bu sohbet ortamları sonunda onun ne kadar korkak, pasif, tutuk, hatta deli olduğunu düşündüklerini gösteriyordu. Özenerek pişirdiği yemekler, seçerek aldığı şaraplar, güzel müzikler, yapılan şakalar, gülüşmeler sonunda hiçbir şey farketmiyor, arkadaşları belki de onun gibi olmadıkları için kendilerine mutlu olmaları gerektiğini bin bir kez hatırlatarak evlerine dönüyorlardı.

Sanki bir tiyatro oyunuydu gördüğü. Teker teker çıkıyorlardı yüz boşluğundaki sahneye. Bir arkadaşı elinde içki, yanakları pembeleşmiş, ona sürekli nasıl davranması, ne yapması gerektiğini anlatıp duruyordu. “Bak artık kaç yaşına geldin. Hayatını böyle evde oturarak geçiremezsin. İş ara, kafana göre yeni bir sevgili bul, güzel şeyler yap. Yaşa yani, yaşa!"

Bir diğeri, atalarından kalma iki hançerin kara büyü yoluyla nasıl kendiliklerinden istenilen insanı öldürüp döndüklerini masalımsı bir şekilde anlattıktan sonra, gözlerine tanımlayamadığı bir ifade yerleştirip tuhafça bakıyordu. “Senin hançerlerin yalnızlığın, evin. Çık artık dışarıya, göster kendini. Yoksa bu hançerler parçalayacak seni."

Görüşmeyeli o kadar uzun bir zaman olmuştu ki bazen bu insanları tanıyıp tanımadığından bile emin olamıyordu. Zamanla hafızasında yarattığı uyduruk karakterler olabilirlerdi pekala.

Adres defterini bile bile kaybetmişti. Defterin kapağını açmasıyla kapaması bir oluyordu zaten. Ya da zaman ve mekan uymuyordu bir türlü. Özellikle Hollandalı arkadaşlarını belli saatler dışında arayamamaktaydı. Hepsinin okul ve iş dışında takip ettikleri çeşitli kurslar vardı. Zamanla isimlerin üzerinde aranmamaktan ve aramamaktan uçuk turkuaz renginde bir küf oluşmuştu. En son birkaç kişinin ismi küflenmedik kalmıştı. Onların da akıbetleri belli olduğundan bir kafenin masasında unutuvermişti defterini.

Göz onu en çok babasının gözlerinden gösteriyordu. Bir sirk meydanına çıkan kaplan terbiyecisi gibi elindeki kırbacı şaklatarak konuşan adam, onu düşman bir çocuk olarak anıyordu. “Daha küçücükken, hem de altı yaşında, dansöz olacağım diyen bir kızdan ne beklersin zaten. Biliyordum, ben biliyordum. Neymiş eve kapanmış da, delirmiş de, tımarhaneye kadar yolun var. Ele güne rezil oldum senin yüzünden. Bıçaklardan söz ediyormuşsun. Kan lekeleriyle doluymuş pantolonlarım. Yüzümdeki çatal izi sana cehennemden ipuçları yolluyormuş. Yeter, kurcalama artık geçmişi. Ben büyüttüm onları diyormuşsun, ama bak ben büyümedim, sen delirdin." Bunları söylerken gözleri buğulanıp, safran sarısına dönüşüyor, kirli kahverengi teniyle ürkütücü bir birliktelik oluşturuyordu. Sesi boğuklaşıp iyice duyulmaz hale geldiğinde dudakları hâlâ kıpırdamaktaydı.

Annesiyse her şeye uzak bir kadındı. Kadın için sarılırsa eritmekten korktuğu, çok uzaklarda, kutuplarda yaşayan bir çocuktu. “Kızım diyemiyorum sana, sen doğduğunda ben küçücüktüm. Senin yüzünden hazır olmadığım bir anda anne oldum. Seni okşayamıyorum, ellerimi üşütüyorsun, hiç istemediğim halde ne çok bana benziyorsun. Seni sevemiyorum, seversem kendime sevgim artmaz. Babandan hiç kopamam, yediğim dayaklar sonrası, bir gün canıma tak ederse intihar edemem. Seni gönderiyorum, git buzulların ol, lacivert bebek gözlerin buz mavisine dönüşecek biliyorum. Seni okşayamıyorum." Tek annelik görevi onu her sabah saat onda uyandırmaktı. Her hangi bir telefon şirketinin de çok az bir fiyata yapabileceği bir iş. Uzak, soğuk, ilgisiz, acımasız bulduğu insanları hep üçüncü ayna gösteriyordu. Sevdikleri, anıları, Gezgin'de saklıydı.

Bu kadar göz tarafından görünmekten yorgun düşmüştü. Bütün enerjisi döşeğin liflerinin arasından akıp gitmişti sanki. Biliyordu şimdi bitecekti, genellikle bundan daha uzun sürmezdi. En fazla dört kişinin gözünden görürdü kendini. Elini yüzüne götürdü. Burnu ve ağzı tekrar yerlerine gelmişler, siyah boşluk kendini yüzüne terketmişti. Uyumadan önce yatağın yanında duran bardaktan bir yudum su içti.

Rüyasında havada uçuşan üç tane hançer gördü. Mor taşlı olan Kâhin'e saplanıyordu. Kırmızı taşlı olan Gezgin'e, yeşil de Göz'ü aradı bir süre, sonra hızla gelip yüzünde patladı. Karanlık aktı yüzünden. Gezgin geçmiş kanıyor, Kahin'dense geleceği sızıyordu. Eril bir rüya olmalıydı, kısa sürmüştü. Bu arada Taksi ha gayret kağıt parçalıyordu. Kalktı, ayakları buz gibiydi.Taksi'ye mamasını verdi. Ayaklarının sürekli üşüdüğüğünü tahmin eden bir medyum ona kırmızı çoraplar giymesini önermişti. Kırmızı toprağa bağlardı onu, toprak da dünyaya. Aklına geldikçe ne olur ne olmaz diye kadının söylediğini uyguluyordu.

Bütün fincanlar kirliydi, kahve içmekten vazgeçti. Bir kivi kaşıkladı. Saçları yağlanmış olduğu halde duş almadan çıktı dışarı. Çalışmadığı için iş bulma bürosuna kayıtlıydı. Sürekli iş aradığını bazı kurumlara kanıtlamak zorundaydı. Bazan işgörüşmeleri bile yapıyor, ama her seferinde reddediliyordu. Gözüne fazla rüya kaçtığından mıdır, ya da ellerinden mi, bir türlü olumlu cevap alamıyordu. Bunun kendi işine geldiğini belli etmiyordu tabii. Bugün de bir işgörüşmesine gidecekti. Sarhoş gibiydi. Karşıdan karşıya geçmek için bile durup uzun uzun yola bakması gerekiyordu. Bir bulutta ten mıknatısı vardı sanki, sürekli kalbi, gözleri yukarılara çekiliyordu. Çok dalgındı. Herkesin kendisine baktığı hissine kapılıyordu. Şu karşı kafede oturan iki kişi birbirlerine kimi gösterip de gülüyorlardı. Eskiden olsa ne kadar utanır, üzülürdü. Şimdi umrunda bile değildi. Biletini bulup çıkardı. Tramvay şöförü çok zayıf bir adamdı. Kemerini incecik beline öyle bir takmıştı ki ona baktığınızda içiniz daralabilir, kendi midenizi onun küçücük bedeninde hapsolmuş hissedebilirdiniz. Kapının yanında, bir sonraki durakta inmek için bekleyen şişman genç kız, kendine hiç de yakışmayan, daracık, pembe elbisesinin gözyaşlarını duymazlıktan gelerek, telefonla konuşmaya devam etmaktaydi. Herkesin bir yara libası vardı. Her gün mutlaka onu giyinerek sokağa çıkıyordu insanlar. Bu yüzden hayatı bir Burda mecmuasına benzettiği de oluyordu.

Tramvay camının penceresine takılan bazı binalar gördü. Hareket ediyor gibiydiler. Bazılarınınsa ön cephelerinin ardında birşey yokmuş gibiydi. Rüzgar bulutları önüne katmış bir yerleri ıslatmaya götürüyordu. Hava uzunca bir süredir hâlâ sonbahar kokmaktaydı.

***

Eve döndüğünde Gezgin'i kırmızı koltukta uyurken buldu. Pürüzsüz yüzeyi hafifçe okşadı. Gördüğü halasının kırmızı kadife perdeleri olan eviydi. O zamanlar halasının şehrin en güzel evinde yaşadığını düşünürdü. Zengin bir tüccarla evli halanın evindeki bütün eşyalar kocamandı. Tabii kendisi 5-6 yaşlarında olduğu için eşyalar olduklarından daha büyük görünüyorlardı gözüne. Bir file benzeyen yemek masasının altında uyumak kadar, her odadaki müzikli kutularla oynamak da hoşuna giderdi. Kuytuydu, tıkış tıkış eşya doluydu. Avrupa'dan getirtilmiş porselen bebekler, her biri bir çizme büyüklüğündeki iri çiçek desenli vazolar, ağır kadife perdeler, üzerinde Atlas, onun sırtında da dünyanın bulunduğu guguklu saat. Halanın evi bir ev değil de Güliver devler ülkesinde masalını çağrıştıran bir dünyaydı. Sıcak bir yaz öğleden sonrasıydı. Önemli bir gündü. Artık siyesta sonraları büyüklerin birbirlerine anlattıkları rüyaları dinlemekle yetinmek zorunda kalmayacaktı. Babaannesi sözvermişti. Bugün renkli rüya görmeyi öğrenecekti ondan. Bundan sonra onun da anlatacak, resimlerini yapacak, belki de yıllar sonra hatırlayacak rüyaları olacaktı. Bugüne kadar çok az, hem de hep siyah beyaz rüyalar görmüştü. Yıllar sonra renkli rüyalamayı hangi bedel karşılığında öğrendiğini anladığında bazı şeyler için çok geç olduğunu farkedecekti.

Babaannesi elindeki torbanın içinden yedi temel renklerden ördüğü küçük bir battaniye çıkarırken, o eline tutuşturulmuş gülsuyu şerbetini yudumluyordu. Yedi çeşit küçük taş ve yine yedi çeşit taze yaprakla hazırlanmış sıvıdan birkaç damla alıp ellerini ve yüzünü ovması gerekiyordu. Nerede uyumak istediğini sorduğunda, babaannesine fil masanın altını gösteriyordu. Kadın yüzünden hiç eksiltmediği gülümsemesiyle üzerini örtüyor ve öğütlüyordu: “Uykuya dalana kadar bildiğin bütün renkleri say, hepsine gülümse, seni sevmelerini, rüyalarını renklendirmelerini iste. Herkesin bir yardımcı rengi vardır. Seninkisi mor. Hayatın boyunca hep karşına çıkacak."

Babannesi konuşurken o uykuya dalmıştı bile. Rüyasında hangi çiçeğin olduklarını bilmediği tohumları bir pencereden dışarı fırlatıyordu. Sonra uzun, up uzun, kenarında mor lavanta tarlalarının olduğu bir yol görüyordu. Lavanta kokusu, ağustos böceklerinin sesi ve sıcaktan sarhoş olmuş bir haldeyken, kocaman bir ağaç duruyordu hemen yakında. Babannesiydi ağacın altında oturan. Çiçek desenli başörtüsü açılmış, uçları yanaklarından sarkarken, topladığı lavantaları buket yapmaktaydı. Etraf o kadar çok çiçekle kaplıydı ki kadının başındakinin bir eşarp mı yoksa çevresindeki çiçekler mi olduğuna karar veremiyordu.

Gözünden düşen bir damla yaş Gezgin'in pürüzsüz yüzeyini bulandırdı. Görüntü yavaş yavaş silikleşip kayboldu. Kaç yıl olmuştu görmeyeli babaannesini? Kadın bir gün kendisinin uzaklara götürüleceğini, anne ve baba yönünden pek şansı olmayan, yalnız bir çocuk, yalnız bir yetişkin olarak hayatını sürdürmek zorunda kalacağını bildiğinden ona eşlik etmeleri için rüyaları terbiye etmeyi öğretmişti. Hem böylece arasıra kendisi de çocuğu rüyalarında görebilir, en azından bu şekilde muhabbet köprüleri kurabilirlerdi. Karşılığında ikisinin de -babaannenin bilinçli olarak, kendisininse bilmeden- vazgeçtikleri şey, biribirlerini ömür boyu bir daha görmemek olacaktı. Babaanne çocuğun birkaç yılda, bir iki haftalığına geleceği bir uğrak yeri olmak yerine ona sürekli rüya veren biri olmayı yeğlemişti. Pişman değildi.

Gezgin'i biraz okşayıp kalktı. Gözleri ıslaktı. Banyonun yarı açık kapısına yapışıkmış gibi duran, yarım bir insan görüntüsü yakaladı. Hareket etmekteydi. Aynaya bakıyor olmalı diye düşündü. Yandan görebildiği sadece omuzu, sırtı ve poposuydu. Bu kadarıyla bile aralarındaki benzerliği ayrımsamaması imkânsızdı. Banyonun ışığını kapatıp yatak odasına doğru yürüyen görüntüyü korkuyla karışık bir şaşkınlıkla izledi. İşte bir kez daha bir başkasının kendisine nasıl bakabildiğini tahmin edebiliyordu. Böyle görünüyordu demek. Aralarındakine benzerlik bile denemezdi. Birbirlerinin klonu gibiydiler. O sadece kendisinin uzun süredir, hatta hatırlayamadığı kadar geçmişte kalmış, bakımlı ve güzel haline daha yakındı. Merakı her zaman korkusunu yendiğinden görüntünün ardından yatak odasının yolunu tuttu. Kız yatağın üzerine oturmuş Taksi'yi okşamaktaydı. Kedi kıza kırk yıldır tanışıyorlarmış gibi davrandığı halde kendisine çok tuhaf, yabancı gözlerle bakmaktaydı. Oda mor perdelerin kapalı olmasına rağmen sürekli renk değiştiren bir ışıkla aydınlanmaktaydı. Bunu yapan Kâhin'di. Bir yerinde düğmesi varmış da birden basılmış gibi habire görüntüler sunmaktaydı. Zamanı kısıtlıymışcasına kısa aralarla gösterdikleri televizyondaki reklam aralarını hatırlattı. Sanki turistik bir yerin tanıtımını yapıyordu. Görüntüler arasında inanılmaz güzel manzaralar da vardı. Kızın parmak şaklatmasıyla kendine geldi. Gidip yatağa, benzerinin yanına oturdu. İçindeki bir ses onu sakinleştiriyordu. Aslında aynalarla haşır neşirliğinden sonra pek de şaşırası gelmiyordu olanlara. Sadece kızı ilk gördüğünde çok ürkmüştü, o kadar. Kızsa gayet normal davranmaktaydı. Ona bu kadar yakından bakınca aslında gözlerinin hiç benzemediğinin farkına vardı. Onunkiler birer cam boncuk gibiydiler, kendilerinin kiyse yaşlı bir insandan alınıp takılmışlar gibi, çok görmüş geçirmiş birinin gözleriydiler. Onlar yüzünden insanlar daha yaşlı ya da üzgün olduğunu düşünürlerdi. Kız dudaklarını hareket ettirmeden “Kendine dokun." dediğinde seslerinin de aynı olmadığını farketti. Onunkisi daha canlıydı. Kendi sesiyse hep içinde önce arayıp bulması gereken, günyüzüne çıkarmak için çaba sarfetmek zorunda kaldığı kendiliğinden akmayan bir sesti.

Kızın dediğini yaptı. Elini yüzüne götürdü. Hiçbir şey hissetmedi. Bacaklarına, saçlarına dokundu. Vücudunda en sevdiği yeri, memelerini yokladı. Hayır artık kanlı canlı bir bedeni yoktu. Bir holograma dönüşmüştü. Gittikçe silikleşecek olan bir görüntüden ibaretti artık. Bunu derinden hissediyordu. Kız eliyle Kâhin'i işaret etti. “Zamanın doldu, atla. Zaten artık burada yapacak bir şeyin kalmadı." Kendi de aynı şeyi düşündüğü için hiç de üzülmeden atladı Kâhin'in içine. Kocaman bir mıknatıs tarafından çekiliyordu sanki. Uzaklardan yaprak hışırtılarını andıran fısıltılar gelmekteydi. Son birkez daha dönüp baktı yatak odasına. “Tüh ayakkabılarımı unuttum." dedi. Sesi hâlâ çok yakınlarındaydı eski yaşamının.

*******************

Nazan Bilen (31) is woonachtig in Amsterdam en geboren in Turkije (Ceyhan). Ze heeft de laatste jaren gewerkt in welzijnsinstellingen, met name op het gebied van multiculturalisatie en emancipatie. Daarnaast is zij free-lance vertaalster, zowel van het Turks naar het Nederlands als andersom. Ze is een fervent schrijfster en schaker.

t