Kort Verhaal: Dulda Yurt'ta

Kan ter içinde bırakan öğle üzeri sıcağında tırmanmaya başladı yamacı. Yürüyüşünü, birbirine kenetlenmiş çamlar, meşeler ve çalı kümelerinin sımsıkı inadı zorlaştırıyordu. Su telaşında aşağıdaki dereye sürünen kara bir yılan, ayağının üzerinden kaydı geçti. Soğuk sürtünüşün ürpertisini ayağındaki sıyrılış bitene kadar tutabildi. Geçen güzden kalma kuru yaprak hışırtıları su-sana kadar bekledi. Birden başlayan titremesine söz geçiremediği bacaklarını seğirtti. Kendisinin neden olduğu hışırtılara güvenmedi. Ayağına takılan ince bir dalın ne olduğu merakına girmedi. Zıplayarak uzaklaştı. Dimdik sırtı, ayaklarının dibinde olan hışırtıların korkusuna koşarcasına tırmandı. Yamacın başları seyrekti. Çamlar tek tük, çalı kümeleri aralıklı duruyorlardı. Nefes nefese ellerini diz kapaklarına sarkıttı. Göğsünü eğip kollarına yükledi. Ciğerlerinin kabarışını kesik nefeslerle indirdi. Omzundaki ağırlığı aklına getirerek unuttuğu mavzerini gördü. Rahatlamıştı.
      Aşağıda bükler arasında kıvrılarak akan Gök Dere'yi gördü. Yarısı toprağa gömülü bir taşın üzerine oturup dinlenme zamanını aşağıları seyrederek geçirmeye başladı. Derenin kıvrımlarına kendini vermiş toprak yol ak bir çizgi gibi görünüyordu. Oradan başlayarak tırma-narak geldiği yamaç üzerine gözlerini kaydırdı. Altlarından geçtiği çam ve meşe yapraklarının sardığı yeşillik gözlerine şavkıdı. Efil efil esen yellere ığralanıyordu tüğlezler. Dalga dalga verilen dokunuşlarla ışıklar oynaşmaya başladı. Gezindi okşamalar. Yeşil açılıp koyulaştı, koyulaşıp açıldı. Bir kartal üzerlerinde kanatlarını germiş süzülüyordu. Onun gibi uçup bu yumuşak yeşilliği kanatları ile okşamak istedi. Birden yankılanan tiz çığlığını 'seni anlıyorum, haklısın' diye yorumladı.
      Çok gelip geçmişti oralardan. Bakardı sadece. Bakarak ta severdi oraları. Görmenin zevkini şimdiye kadar hiç aklına getirmemişti. Şaşırdı kendi kendine. 'Ben ne düşünüyorum ...?' Anlamlandıramadı ne demek istediğini. İçi kıvandı. Bunun nedenini görmeyi sürdürdü. Gözleri yeniden kaydı aşağılara. Aktı Gök Dere ile birlikte. Mavi ışımaların kendini yaydığı ilerilerde durdu. 'Yuka Su,' dedi içinden. Şırıl şırıl akışını, köpürerek coşuşunu orada yatıştırıyor Gök Dere. Yatıştırıyor sözünü sessizce bir daha mırıldandı. Düşünceleri o maviliğin içinde zamandan geriye kaydı.
      'Ana! Buraya ne derlerdi?'
      'Yuka Su.'
      'Yuka olduğu için mi öyle diyorlar?'
      'Belki öyle Kömüş. Belki de başka bir şeyden.'
      'Başka şey mi, ne ola ki ana?'
      'Şu solundaki yamaçlara bak. Taşlar arasında bodur çalıları var. Yaprakları yeşil bozuğu sığır kuyrukları ve toprak bitecek diye yalayarak yiyen kavları kurumuş yılanlarından başka bir şeyi kalmamış. Tamtakır, taşlaşmış bütün yüzü. Emmek istememiş yağmuru. Toprağını tutmamış sele vermiş. Tembel tembel yaslanmış güneşin karşısına.'
      'Eskiden Gür Orman derlermiş buralara. Diyenler Seyrek Sırt demişler daha sonra. Uzun zaman sonra verecek hiç bir şeyi kalmamış Gür Orman'ın. Gelip geçtikçe Kuru Güney diye küçümseyerek uğramaz olmuşlar.'
      'Bu dere daha yeğin akarmış... Gürül gürül çağlarmış çok eski zamanlarda. Gür Orman'ın bağrında sular büngüldermiş. Yemyeşil sırtlarından sızarak kayarmış toprak altından. Bin bir çiçekleri, yeşil çayırları emzirirmiş bıkmadan usanmadan. Birikirmiş küçük derelerine. Menekşeleri, sümbülleri, katır tırnakları, gülgülüleri ve öksüz oğlanları okşayarak çoğalırmış, çoğaltarak yeşili. Yeşil sevinirmiş delice. Her renge açarmış kucağını. Tutarmış çiçeklerini maviye aynalanmış suyuna. Şırıl şırıl inermiş Gök Dere'ye. Bülbüller, kınalı kek-lilkler, sığırcıklar, kara tavuklar... dokurmuş buram buram kokulara seslerini. O sevince katışırlarmış cıvıl cıvıl.'
      'Gür Orman, Kuru Güney olalı susmuş. Yandıkça yanmış. Kavrulmuş içi. Su dökmez olmuş Gök Dere'ye. Onun coşkusuna şırıldamamış derecikleri. Kuşlar figana durmuş, kuru çalı dallarında. Yıllarca ötmüşler. Kesilmiş sesleri daha sonra. Bet sesli baykuşlara kalmış her yer.
      'Gök dere patır patır akar gelir yukarılardan. Yataklarını ak köpükleriyle okşar. Büklerin bağrına döker coşkusunu. Düşer küçük çağlayanlardan şırıldar. Alabalıklar, sazanlar oynaşır kulaklarında. Buraya gelince durgunlaşır, dağılır. Kuru Güney'i görür susar. Sessizce akar geçer kederinden.'
      Çocuk gözleri anlayışla dolmuştu. Bakışlarının durgunca düştüğünü hayal etti Yuka Su'ya. Küçük dalgalar titriyordu hafifçe. Bir alabalık kıvanıp kıvrılıyordu. Altındaki aklık ıpıl ıpıl yandı. Duru duru ışıldadı, nazlı nazlı titredi sular.

Yamaçların başından sürdürdü yürüyüşünü. Gittikçe yükselen sırtlardan geçti. Dağ sıralarının kesildiği Güllücek'in başına geldi. Bir aralıktan sonra başlayan Gökçe Dağ'ın yamacı göründü. Susamıştı. Güllücek sırtlarından inmeye başlamadan önce bulunduğu sırttan sola saptı. Kısa bir zamanda Suköpürten'e indi. Şapkasını tersine çevirip çömeldi. Büngüldeyen kaynağa eğildi. Dudaklarını ıslatırken soğuk serinlik buram buram çam-sakızı koktu. Kuruyan dili kıvrıldı buz gibi suya. Yudum yudum serinletti içini. Oturup soluklandı. Duru su içinde kaynayan kumların dalga dalga yuvarlanışını izledi. Üste çıkan dalgalar kesik kesik yansıdı yüzüne.
      Doğruldu yerinden. Kuşburun'a uzanan cılgaya düştü. Güneşin zor sızdığı alaçamlar arasından uzanan kıvrımlara vurdu kendini. Çıkıntıyı aşar aşmaz Güllücek sırtları uzanıyordu aşağılara doğru. Meşelerin doldurduğu koyu bir yeşillik okşadı gözlerini. Sağ tarafına kaydırdığı gözleri Gülburun'un altına konmuş küçük alana takıldı. Yukarısında kaynağı terk eden sular, kendini dağıtarak yeşerttiği çayırlarda iplik iplik parıldıyordu.
      Gözü Güllücek'ten daha aşağılara kaydı. Kendini yüksek dağlara çatılanmış ormanlara gömmüş Dulda Yurt seriliydi ayakları altında. Selvilerin, sorgunların dizildiği altındaki büklerin arasından, tertemiz nefesine sesini katmış guguk sesleri geliyordu. Serin bir yel başladı birden. Ortada yeni başak tutmuş ekinlere sardı kendini. Dalga dalga yayıldı çam kokusu nefesini üfleyerek. Okşadı içinde boy vermiş peygamber düğmelerini, navruzları, al lâleleri. Sonra büklerin arasına daldı. Koparttı yarpuz, mor menekşe ve sümbüllerin kokularını. Birden Güllücek'in sırtlarına vurdu kendini. Serinledi Kömüş'ün yüzü. Kokular cümbüşüne derin derin nefeslendi burnu.
      'Yirmi ikimde aldığım teskereye sevincim buralara kavuşmaya can atmamdandı. Bir de yarin zülfünü okşamaya...' Böyle düşünerek Güllüburun'a görünmeden çıktı. Güllü çeşmeden su içememe nedenine yakınıyordu. Dulda Yurt'un alaçıkları, yamacında duru-yordu. Gözü elinde testisi, su götüren nazlı bir yürüyüşün suretini aradı. Dulda Yurt'un Dudu'sunu. Orada olmadığını biliyordu. Bunu bilmez gibi yapmaya çalıştı. Arandı bir süre. 'Hasadı bekleyemem, işim bittikten sonra Ahlatlı Belen şurası, aştı mı köyleri... görürüm,' düşüncesini 'işim bittikten sonra' fikri engelledi. Buna canı sıkıldı. Yapması gereken şeyin nedeni can sıkıntısı arasına girip dağladı içini. Duyumsadığı acıdan kini daha da arttı. Kabaran öfkesine bıraktı kendini. Bu kararlılığını arttırıyordu. İnsana yönelmiş bir namlunun tetiğini çekmek kolay değildi. Düşünceleri kaydı geriye. Anılar, olanlar ve acılar dizilip aktı zamanın gerisinden.
      'Akşama kadar neredeydin Anış?'
      Saflığın doldurduğu yüzünde, anlamını kaybetmiş bir çift göz şaşkın bakıyordu.
      'Bağa gittim gardaşım!'
      'Bağa neden gittin?' diye sormuştu.
      'Bu sabah Mılı Emmi dedi,' diye yanıtlamıştı.
      'Mılı Emmi ne dedi?' diye meraklanmıştı.
      'Bağlarda üzümler yetmiş. Gelin parmakları, gül üzümleri ballanmış. Gidip bakmadın mı?' dedi.
İşkillenmişti. Bağ kütükleri daha yeni yapraklanmıştı. Olsa olsa ekşi ve koruk durumda olurdu bu zamanda.
      'Gidip baktın mı?' Sesi titremişti.
      'Gidip baktım.'
      'Olmuş mu üzümler?'
      'Yok yetmemiş daha. Mılı emmi: seni kandırdım, şaka yaptım, dedi.'
      'O da mı seninle geldi?'
      'Yok, o benden önce varmış.'
      'O neden gitmiş?'
      'Ben orada usanmayayım diye. Benimle oynamaya gelmiş.'
      'Oynadınız mı?'
      'Evet, evcilik oynadık.'
      Neden bunu böyle yarattın Allah'ım diye yakarmıştı içinden. İri gözlerine neden anlam koymadın. İpek saçlarının altına azıcık bir aklı neden çok gördün. Boy, pos verdin. Biraz da kendini bilecek düşünce verseydin ne olurdu... Ne olduğuna olan merakı sesine döküldü yeniden.
      'Ne yaptınız evcilik oynarken?'
      'Bunu oynamak için karı koca olmamız gerekiyormuş. Ben nasıl oynanır bilmiyorum dedim. O bana öğretti. Bunun için soyunmamız gerekiyormuş. Soyunduk. Sonra beraber yattık. Böylece bir kaç defa karı koca olduk. Ondan sonra giyindik. Bana akşam oldu şimdi git dedi. Ben ağladım. Karı koca olduktan sonra benimle oynamadı. Başka zaman bol bol oynarız dedi. Mılı emmiyi görürsen ona kız. Beni kandırdı, benimle evcilik oynamadı.'
      İçini ateş gibi saran bir öfkeye kızardı yüzü. Boğazı yutkundu. Dili söylenebilecek her şeyin çokluğunda dolandı. Tiksintisine irinler aktı. Yüreğine zehir akıtan bir engerek oturdu.
      'Sen üzülme, ben ona kızarım. Sen şimdi eve git. Kimseye evcilik oynadığını söyleme. Anama ve babama da söyleme. Onlar duyarsa buna üzülür.'
      'Söylemem,' dedi. 'Beni kandırıp, sonra oyna-madığını söyleyip de üzmem onları.'
      İçi içini yiyerek düşünmüştü bir kaç defa. Dengine getirip ıssız bir yerde karşılaştı Mılı ile. 'Bağlarda üzümler yetmiş mi?' diye sordu. Saçma bir soruya afallayan gözlerle süzdü önce. Kaşları alay edilmeye hiç gelmem dercesine çatıldı. 'Ne üzümü? Asmalar yeni yeni koruklaşmıştır şimdi...' diye yanıtlamıştı. 'Oraya gidip bakmadın mı?' diye zorlanarak sormuştu. Yanıt inandırmak için çok kesin çıkmıştı. 'İş güç zamanı fırsat mı oluyor, derdim başımdan aşkın,' yakınma dolu ve baskınca çıkmıştı sözleri.
      'Ben gidip baktım. Asmalar koruktu. Bağın ortasında Aniş'le evcilik oynadığın toprağın izleri duru-yordu,' diye gizli bir kinin zehrine bulaşarak çıkmıştı sözleri. 'Ne diyorsun Allah aşkına...' diye yüksek perdeden çıkan sözlerini arkada bırakarak uzaklaşmıştı. Arkasından kin dolu sesine tıslamalar katarak bağırmıştı: 'Hakkın olan şey, bir mavzerin yuvasında saklı. Bu yaptığını yanına bırakmayacağım.'
      Sonra ortadan kayboldu. Gölgesinin çiğnendiğini, kuyruğuna basıldığını anladı diye düşündü. Nihayet nerede olduğunu duymuştu. Dulda Yurt'a sığınmıştı. Ekinlerine ve bostanlarına bakıp, her şeyin yatışmasını bekleyecekti. Davarlarını da orada gütmeye götürmüştü.
      Ne olduğunu bilenin tek kendisi olması, önce bu kini kimseyle paylaşmak istememesindendi. …ldürme nedeni bilinmezse iyi olur diye düşünmüştü. Karanlık düşerken çıkar meydana.

Bekleyişiyle geçen zamana serpilen düşünceleri havanın renginin solmasıyla dağıldı.
      Güneş, Güllücek sırtlarını aşmış, alanın bir kısmı gölge altında kalmıştı. Gittikçe yeşil koyulaşıyor; karanlık, tarlaların bahar gülücüklerine çöküyordu. Kırmızı ışıklar, alanın doğusuna düşen Gökçe Dağ'ın gövdesindeki yeşil çamların rengine bulaşmıştı. Gölge yükselerek yamaçlarını yavaş yavaş yutuyordu. Kendini geceye çeken kuşlar süzerek geçti vadiyi. Daldılar ormanların koynuna. 'Zaman yaklaşıyor, yarım saat içinde hava kararır,' diye düşündü. Oturduğu yerden alaçıkları izlemeye devam etti.
      Bekleyişi uzun sürmedi. Mılı alaçığın arkasındaki çamlar arasından belirdi davarlarıyla. Yan ta-raftaki üstü açık ağıla soktu koyun ve keçileri. Hohlamalar, ıslık sesleri ona kadar geliyordu. Alaçığın önündeki tuz taşına gelip oturdu. Nefeslenmeye başladı. Geldiğini duyan karısı çıktı dışarı. Hazırladığı yufka ekmekten yaptığı dürümü uzattı Mılı'ya. Değneğini duvara dayadı. Büyük lokmalar yaparak ısırmaya başladı. Mavzerin namlusu göğsüne çoktan nişanlanmıştı. Tetiği yavaş yavaş çekmeye başladı Kömüş.
      Gerilen tetik birden yerinde durdu. Gizlendiği meşe kümesinin kıyısından gelen hışırtılara kaydı gözleri. Yerde kuru, ince çipilgillerin çıtırtıları duyuldu. Ayak sesleri ara geçitleri dolandı. Gizlendiği yerin altında, sağ taraftaki küçük açıklıkta durdu. Namlusunu geriye çekerken, öfkesini susturan nedene canı sıkılarak baktı. Oradan her şeyi görebiliyordu.
      Kara şalvarlı, şapkalı bir gövde, ağzından sımsıkı bağladığı bir camızı çekiyordu. Hayvan urganın gerdiği ağız ve buruna çöken zulme kendini bırakmıştı. 'Koruk Süllü! Burada ne yapıyor,' diye merakını kaydırdı oraya. Sessizce izlemeye başladı. On yaşlarında tarla aralarında güttüğü öküzlerle karşılaştığı kır bekçisine gözleri belerdi. Ellerinin içi acır gibi oldu. Otlatması yasak yerlerde eline düştüğü günler geldi aklına. Kopardığı bir deve dikeni topunu Kömüş'ün avuç içine yerleştirirdi. Elini yumdurur, kendi eliyle sıkardı. Canhıraş bağırışlarına, yalvarışlarına kulak asmadan; 'Bir daha seni buralarda göreyim kulaklarını keseceğim,' diye azarlayarak eziyet ederdi. Gözü tekrar alaçığa kaydı. Mılı dürümünü yemiş bitirmişti. Sardığı tütünü kavı ile yakmaya çalışıyordu. 'Koruk buradan bir an önce gitse de, işimi bitirsem...' diye huzursuz bir dilek geçti içinden.
      Koruk'un, camızı kalın gövdeli bir çam ağacına bağladığını gördü. İçinden: 'Deve dikeni bekçisi başka bir yer bulamadın mı? Sırası mı şimdi buraya gelmenin...' diye küfürler savurdu. Koruk çekip gidene kadar gizlendiği yerde beklemekten başka çare olmadığına köpürdü. Mılı tütünü içtikten sonra içeri girecekti mutlaka. Böylece yapacağı iş suya düşecekti. Koruk Süllü'yü zoraki izlemeye devam etti.
      Sıkıca bağlanan camızın kafası ağacın gövdesine yapıştırılmış kımıldayamıyordu. Gövde kafasından gelen acıya zoraki donmuştu.
      Koruk yan tarafta bulunan meşe kümesine yöneldi. Gözüne kestirdiği düzgün bir meşe fidanına, meşe saplı nacağının keskin ağzını nişanladı. İnen keskinlik sarstı gövdeyi. Tutarga olmuş gibi titredi yapraklar. Havanın hafif hışırtılara yırtılışı, acımsı çığlıklar gibi geldi Kömüs'e. Ciğeri küçülür gibi oldu nefes alırken. Koruk'un ciğerinin daralıp daralmadığını merak etti. Nacağının keskinliğinden memnun yüzün sırıtışı yanıt oldu. Meşe fidanını düzgünce budamaya başladı. Bazen öküzleri güderken elinden kurtulup kaçtığı olurdu. Ardından bacaklarına yetişen değneğin vınlamaları ile sarılan acıya yığıldığı günleri düşündü bir an. Koruk'un elinde şekillendirdiği değneği o günlerin gözüyle süzdü. Burnunun dibindeki bir yaprağı sessizce kokladı Kömüş. Kuru Güneyi düşündü. 'Dulda Yurt, Tozlu Yurt olmasın,' diye iç geçirdi.
      Camızın dişleri arasından zoraki çıkan ince böğürtülere yöneldi. İri gözleri sonuna kadar açılmış şaşkın bakıyordu. Kımıldatamadığı başından Koruk'a doğru kaydırmış yalvarırcasına inliyordu. Simsiyah yağlı derisi içindeki kocaman gövdesi bir urganın tutsaklığında soluğa binmişti. Geniş burun delikleri açılıp kapanarak aralıklı buğular çıkarıyordu.
      Koruk yaptığı değneği nacakla birlikte yere bıraktı. Cebinden boz saplı bir çakı çıkardı. Bileği taşında zağlanmış keskin ağzı elleriyle yokladı. Camıza yöneldi. Boynunun üst kısmından deriyi sol eliyle tuttu. Bıçak ile deriyi boyundan aşağı doğru düzgünce kesmeye başladı. Boynun iki tarafından gırtlağa kadar açtı. Boynunda sızan kanlara gırtlağından kıvrılan küçük iniltiler karışıyordu.
      'Camız başkasının olacak. Onun ekinlerini yayılırken yakalanmış olmalı. Sadık bekçinin bundan dolayı eline düşmekle ne halt ettiğini ne bilsin.' Böyle haltlar işleyen kulaksız eşekler aklına geldi. Bacağı kırılan, sağrısında keskin bir baltanın açtığı yarıklarla böğüren sığırları düşündü. Hepsi aç gözlerine takılan bir kaç tutamlık girişimleri içindi.
      'İyi, bu kadarla kalır herhalde.' Gözüyle alaçığı bir kez daha yokladı. Mılı tütününü içmeye devam edi-yordu. Karanlık basmadan Koruk'un çekip gideceğine inancı arttı. Onun toparlandığını görmek için tekrar izlemeye başladı. Koruğun urganı çözüp hayvanı serbest bırakmaya başladığını umut ederek dönmüştü yüzünü.
      Gerçekten eller camızın boyun kısmı üzerinde dolaşıyordu. Ama urganda bir gevşeme göremedi. İki el bıçağın açtığı kesik deriyi geriye bükmüş yavaş yavaş boynu açıyordu.
      'Ne yapıyor bu adam? Daha ne istiyor zavallı hayvandan?' Homurtularını zor tuttu. Orada zoraki bekleyişi ve Koruk'un yaptığı şeye tanıklığı zoruna gidiyordu.
      Koruk, camızın boyun kısmından açtığı deriyi el kalınlığında yüzüp geriye büktü. Çakısının ucu ile büklümlerin uç taraflarını deldi. Camızın gövdesi mengeneye alınmış kafanın acısını unutarak bazen yekiniyordu. Koruk beline sarmış olduğu bir kaç metre uzunluğunda iki parça sicim çıkardı. Sicimlerin uçlarını açtığı deliklerden geçirdi ve düğümledi. Sicimlerin diğer uçlarını eline aldı. Camızın gövdesi iki sicim arasında kalacak biçimde geriye doğru çekti. Tam arkada kalan en yakın çamın gövdesine sicimleri dolayıp sıkıca bağladı.
      Camızın boğazından bağlı olduğu urganı çam gövdesinden çözdü. Uçlarını sıkıca eline aldı. Hemen yakınında duran baltasını diğer eli ile eğilip yerden aldı. Baltasını havaya kaldırdı.
      Her şey anlık bir zamanda oldu. Kömüş'ün o an midesi kasıldı. Gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Kan başına çıkmış başı çatlayacak gibi olmuştu. Boğazı da-ralmış bağıramıyor hafif hırıltılar çıkarıyordu.
      Baltayı tutan el kalktı ve hışımla indi. O anda elindeki camızın kafasına bağlı urganı bırakmıştı. Kara gövde var gücü ile öne doğru fırladı. Soyulan derininin tiz hışırtısı kesti sessizliği. Ağzın mengenesine hapsedilen böğürtüler, gırtlağı yırttı. Kavruldu hava. Kömüş'ün derisini bir alev yalımı gibi sıyırıp geçti. Ürpertisi çırptı vücudunu. Çırılçıplak kalmış gövde çamlar arasında kayboldu. Uzaklaşan inlemeler azaldı. Sicimlere asılı kalan donuk gönden buğular yükseliyordu.
      İnme gelmiş gibi yığılıp kaldı Kömüş. Koruk'a bakan gözleri soğuk ürpertilere donmuştu. Nacağını, değneğini ve sicimlerini toplayan hareketleri bilinçsiz fark edebildi. Alaçıkların olduğu tarafa yönelmiş adımları taşıyan gölgeyi ne yapacağını bilemez bakışlarla izledi.

Karanlık iyice çökmüştü. Ay Gökçe Dağ'ın ardından halesine sarılmış nazlı nazlı yükseliyordu. Vadi dökülen ışıklara yatmış, şakır şakır bir aydınlığa susmuştu. Hafif esen bir yele kendini vermiş çamlar kesik kesik uğuldu-yordu. Yapraklar arasından ışıklar sızıyor, yerdeki kuru iğne çam yaprakları üzerinde titrek titrek geziniyordu.
      Vadideki alaçıkların bacalarından dumanlar yükseliyordu. Kıyısından geçen sürüden zil ve tongurdak sesleri yankılanıyordu. Birden yanık ezgilere nefes oldu bir kaval sesi. Kelebeklerin çiçeklere dokunuşu gibi okşadı havayı. Ay ışığına, esen serin yele, çam kokusuna karıştı. Yıldızların ışıltısında kaplanan göğün büyüsüne kapılmış duygu yüklü bir kaç bulutun kederine sarıldı. Yavaş yavaş süzülüp geçti Dulda Yurt'un üzerinden.
      Kömüş hafifçe doğruldu. Alaçıklara baktı. Bir şey göremedi. İyice bakmak içinden gelmedi. Ardını döndü. Geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Çamlar ve meşe kümeleri arasından bitkin ve dalgın adımlarla yürüdü hiç bir şey düşünemeden.

Geceleri derisini dağlayan terinin tuzlarının acısına uyandığı oldu. Ahırı yoklamaya giderdi sık sık. Gazyağı lâmbası altında kömür karası gözleri sükûtla parlar görünce rahatlardı. Camızlarının sığınırcasına uzanan başını okşar: 'Keşke o'nu vurup yere serseydim. Böyle insanları yaşatmamalı...' diye düşündüğü olurdu.

Şahin Güvenç

Şahin Güvenç (1964) doceert natuur- en scheikunde aan scholengemeenschap Lek en Linge in Culemborg. Dit korte verhaal is zijn eerste publicatie en momenteel is hij bezig met een roman. In Turkije heeft hij aan de Gazi Universiteit in Ankara gestudeerd met als afstudeerrichting natuurkunde. In 1989 verhuisde hij naar Nederland. In Nederland heeft Güvenç aan de Hogeschool van Utrecht de lerarenopleiding voltooid.


UMUT Magazine wil niet alleen berichten over literatuur, maar ook een structurele plaats inruimen voor literair werk zelf. De pagina's van deze rubriek staan open voor schrijvers die hun literaire werk aan een breder publiek willen presenteren. Geïnteresseerden kunnen hun bijdragen, die niet eerder gepubliceerd mogen zijn, in het Turks of het Nederlands en vergezeld van een korte biografie toezenden aan de redactie.

t