Kort verhaal: Yolculuk

Mesut Balık

Dost Özlem'e

Yavaş yavaş camın gerisinde akıp gitmekte olan şehrin görüntüleri ne kadar da anlamsız gelmeye başlamıştı oysa. Bir yerlerden bir yerlere koşuşturup duran insanları oturduğum yerden seyretmek, birazcık lükstü şu an benim için. Bu telaşlı dünya için sadece bir trenim ben, zaman zaman arabalara geçit vermediğim için birkaç küfre maruz kalan, ya da birkaç çocuğun gözünde odalarında bulunması gereken güzel bir oyuncak. İçerisinde bulunduğum vagondaki sessizligi, acil fren kolunun altındaki yazılar bölüyordu. Lüzumsuz yere kullanıldığında, kişinin ceza göreceğini adeta haykıran harfler, insanı baştan çıkartıp suça teşvik edecek derecede kırmızı. Yolculuklarında aşklarını ölümsüzleştirmeye niyet etmiş olan kalp ressamlarının eserlerinin arasındayım, yaşamaya çalışan yarı canlı bir beden olarak. Seven ve de sevilenin isimlerinin sadece baş harflerinin verildiği, gizli sevgilere ait o kadar çok kalp vardı ki, sanırım zamanla birer kırmızı koltuğa dönüşmüşlerdi. Annesinin kucağında şımartılmaya ihtiyacı olan bir çocuktum aslında, anonim sevgilerin teşhir edildiği bu koltukta.
Kimseciklerin olmadığını farketmiş olan ayaklarım, biraz sorumsuzca birazcık da küstahça karşıdaki yerlerini almışlardı. Sol elimin altındaki siyah çantam, hüzünlü oluşundan mıdır bu rengin, bilmem, bir an için elimi çeksem ve serbest bıraksam seni, içinde gizlediğin, her şeyin bittiğini söyleyen belge, bağrından fışkıracak, ve de başarısızlığımı herkese anlatacak.
Sağ elim kravatımı gevşetmekle meşgul. Özgürce nefes almak ve de gevşemek. Sanırım şu anda en çok buna ihtiyacım var. Önce üzerinde oturduğum koltuğu kaplamak, oradan da damla damla yere doğru akıp gitmek. İçerisinde bulunduğum vagonu, diğer vagonları, geçtiğimiz köyleri, kasabaları, şehirleri… Her yeri, ama her yeri kaplayacak kadar gevşemek, erimek, sonra da buharlaşıp ortadan kaybolmak.
Başarmak. Yıllarca peşinden sürüklendiğim nazlı bir güzel, ulaşılmaz bir masal perisi. Tam yakaladığımı sandığım bir anda, yavaşça ellerimin arasından uçup gitmesine seyirci kalmıştı gözlerim, tüm çabalarıma rağmen komaya girmekten kurtaramadığım, suratı paramparça olmuş hastamla birlikte. Başarmak, peşinden koşup yorulduğum kaprisli bir sevgili. Zaten bayatlamış olan poğaçalar iyice bozulup tek hücreli canlılara ev sahipliği yapmasın diye içine konmuş olan naylon torbayı, asıl taşıma görevini üstlenmiş olan siyah çantamdan çekip çıkarttım. Mideme ilk yerleşme ünvanına nail olan lokmadan sonra, annemin o mis gibi kokan peynirli poğacalarını hatırladım, içten içe üzülerek.
Bir an, yavaşlamaya başladık. Başım bir süredir tembellik ettiği yerden ayrıldı, karşı koltuktaki ayaklarım iyice ağırlaştı, durmuştuk. Oysa hiç durmayalım istiyordum, hep gidelim dönmemecesine, varacağımız yerin neresi olacağını bilmeden.
İki vagonu ayıran kapı bir ara kayboldu, önünde de kaybolmaya yüz tutmuş birisiyle yeniden göründü. Elbiseleri ilk alındıklarında nasıldılar bilemiyorum, ama şu anda tek bir rengi temsil ediyorlardı, kirliliğin rengini. Üstüste geçirdiği sayısız ameliyatların ardından yorgun düşmüş bir hastanın umutsuzluğunda paltosu, yırtık yerleri zaman zaman iğne ve iplikten geçirilerek yok edilmeye çalışılmışsa da, yaz kış yol yürüdüğü belli olan siyah potinleri, geçtiği her yerden numune olarak değişik tozlardan toplamış, fazlalıklar yere dökülüp kaybolmasın diye iyice yayılıp genişlemişlerdi. Üstündekilerinin başı sonu belli olmayan bu adamın zamanla saçları sakal, sakalları saç olmuş, omuzları iyice sarkmış, bir elinde birası, bir elinde de sarı torbası, kolları bütün dünyayı taşıyormuşçasına dökülmüş, gözlerinde bu alemden çoktan ayrılıp uzaklara göç ettiğine dair boş bir ifade vardı.
Trenin hareket etmesiyle, bir an dengesini yitiren yabancı, önce solumdaki koltuğa oturacakmış gibi yaptı, bir iki kez savrulduktan sonra, ezilmekten korkan ayaklarımın hiç tereddüt etmeden terk ettikleri karşı koltukta karar kıldı. Sağa sola savrulan biranın her yana yayılan kokusu, kısa bir sürede birahaneye çevirmişti içerisinde oturmakta olduğumuz vagonu.
Tanıdık bir siması vardı. Sanki daha önce bir yerlerde karşılaşmışım gibi. Belki de kendi halimi ona benzetiyordum. Sanırım karşımda oturan kişi bendim aslında.
-Ne o, tanıyamadın mı beni?
Görünmeyen dudaklarından dökülen cümlelerin bittiğini, arkasından eklenen bir kaç öksürükle vurgulamıştı.
-Bir yerlerden gözüm ısırıyor gibi ama… Kusura bakmayın, tam olarak çıkaramadım.
-Bırak şimdi kibarlık ayaklarını, iyi düşün. Çek bir fırt, zihnin açılır. Haydi çekinme.
Önüme uzattığı bira kutusu heyecanlanmıştı sanki, titriyordu.
-Yok sağol. İçki kullanmam.
Vagonun her bir köşesine sinmekle mesgul olan koku, beni sarhoş etmeye yetiyordu zaten.
-Demek hatırlayamadın beni. Aşk olsun, sana o kadar da nasihatlarda bulunmuştum.
Birasını yudumlamıyordu, adeta bir hortum gibi çekiyordu.
-Başkente geldiğin ilk günü nasıl da unuttun hemen?
-Tamam hatırladım şimdi. Tıp fakültesine kaydımı yaptırmak için gelmiştim. İstasyonda adres soracak birilerini ararken cüzdanımı çaldırmış, siz de bana yardımcı olmuştunuz. Hatta bir miktar para da vermiştiniz, o günü atlatabilmem için.
-Göründüğüm kadar kötü birisi değilimdir aslında. Dayanamam böyle şeylere.
-Daha sonra çok aradım sizi, teşekkür edebilmek için ama bulamadım.
-Devamlı aynı yerlerde dolaşmaktan hoşlanmam. Kimseler bilmez nerede olduğumu, bilsinler de istemem zaten. Her yerini boş boş adımlamak değildi amacım, o kalabalık şehre geldiğimde.
Bir an için hüzünlendi sanki, bir süreliğine dışarıya doğru çevirdi gözlerini. Bira kutusundan birkaç yudum aldı, ardından da derince bir nefes.
-Sendeki heyecanı gördüğümde hatırlamıştım bunu. Sonra beklentilerim değişti, hatta zamanla kayboldular. Neyse bu kadar edebiyat yeter.
Göğüs kafesi yırtılırcasına öksürdü, gözleri doldu, tebessüm etti.
-Senin haline bakılırsa hedefine ulaşmışsın. Çevrendeki insanların hayran olduğu başarılı genç adam. Bravo…
Birasını oturduğu koltuğa bıraktı, alaycı bir tavırla bir süre alkışladı.
-Sanırım pek mutlu değilsin. Yoksa böyle bir yolculuğa çıkmazdın. Yanılıyor muyum?
Sustum bir an. Dışarılara daldı gitti gözlerim. İçimde olup bitenleri birileri eşeleyip ortaya çıkarsın istemiyordum. Hem kim oluyordu bu pis ayyaş? Sorunlarım sadece beni ilgilendirir, başkasını değil. Tekrar göz göze geldik. Neden kendimi görüyordum ona bakarken, neden?
-Üzüntüsünü herkesten gizlemeye çalışan güçlü genç adam. Al iç biraz, iyi gelir böyle yolculuklarda.
-İstemiyorum, ısrar etme.
Hafifçe öfke karışıvermişti, alelacele ağzımdan dökülen kelimelerin arasına.
-Sen sigara da içmiyorsundur okumuş çocuk.
Kaşla göz arasında bir bulut beliriverdi. Ayyaş gittikçe görünmez olmuştu, sisli bir havada yavaş yavaş kaybolan bir gemi misali. Tavana doğru yükselen dumanlar, düşüncelerime dönüşüvermişti, beynimden fışkıran binlerce düşünceye.
-Neyse boş ver, bir hırsız için bu kadar üzülmeye değmez. Eninde sonunda böyle olacağı belliydi zaten.
-Anlayamadım. Kimden bahsediyorsunuz?
-Kimden olacak, yanlışlıkla komaya soktuğun adamdan tabii ki. Çok üzüldün değil mi?
Gözlerindeki alaycı bakışları, hüznümü, içimde tutup hapsetmekte zorlandığım bir öfkeye çevirmişti.
-Nereden biliyorsunuz tüm bunları?
Öfkem yerini tekrar, taşınması zor olan o üzüntüye bırakmıştı.
-Bir yakınınız mı yoksa?
-Kendisini çok iyi tanırım, hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok. Neyse bu kadar gevezelik yeter. Birazdan ineceğim. Sıkıldım bu yolculuktan, içim dışıma çıktı. Bir de öyle bir kafa ağrısı var ki sanki binlerce kişi etrafıma toplanmış, habire davul çalıyorlar. İstersen bir kutu bira bırakayım sana. Bak herkese yapmam bu kıyağı.
İçeriye girdiği gibi terketti vagonu, koskoca bir duman kümesini geride bırakmayı ihmal etmeden. Dışarıda kahkahaları yükseliyordu, alaycı sözleri geliyordu kulağıma.
- Ha, bu arada cüzdanındaki fotograf da çok kıyaktı doğrusu. Güzel kızmış, yakışır senin gibi delikanlıya. Görür görmez beğendim. İnsan bir fotografa aşık olabilir mi? Ben olurum. Ne dersin beni böyle olduğum gibi beğenir mi? Ama herhalde paramparça olmuş bir suratla fazla bir şansım yok artık. Sahi neydi bu güzel kızın ismi? Resmin arkasında yazıyordu ama, ne ilginçtir bir türlü hatırlayamıyorum. Oysa kaç yıldır yanımdan hiç ayırmadım. Ne dersin doktor, hafıza kaybı falan mı? Aman bana ne ya, zaten başım acayip ağrıyor. Sana son bir nasihat daha, bu kadar saf kalpli olma, güçlü genç adam. Tren hareket edeli epey olmuştu, ama kahkahaları hala içeride yankılanıyordu.

***

Pencereyi açıp kafamı dışarıya çıkarsam, sesim kısılıncaya kadar bağırsam. Beynimin kıvrımları arasında dolaşıp duran düşüncelerim dökülüp gidiverse, trenin tekerleriyle rayların arasında sıkışıp kaybolsalar. Belki de yerimi değiştirmek iyi gelir bana. Evet evet, en iyisi gidip başka bir yere oturmalı. Bir an için olsun yanımdan ayrılmamış olan emektar çantam iyice kararmıştı, onun da bir değişikliğe ihtiyacı olduğu her halinden belliydi.
Tam kapıyı açacakken, göz hizasındaki yuvarlak pencereden, içeride birisinin olduğunu fark ettim. Demek ki yalnız yolculuk etmiyordum ben, belki de doğru dürüst sohbet edebileceğim birisidir, içinde bulunduğum ruh halini bana unutturacak bir insan, kim bilir.
Hafifçe yana dönmüş, sırtı bana dönük olan kişinin sadece siyah uzun dalgalı saçlarının bir kısmını görebiliyordum, bir de narin, lacivert renkli ayakkabısını. Bir kadın, tek başına yolculuk eden yalnız birisi.
Sağ elimden kurtulan kapı, fazla inat etmeden sessizce kapandı. Yavaş yavaş ilerliyordum, az önce farketmiş olduğum kadının bulunduğu koltuğa doğru. Sigara içilmesi yasak olan vagondaki havanın, neredeyse tamamını içime çekecektim, yaşamak için oksijene ihtiyacı olan tek canlı ben olsaydım şu anda.
Birbirini tanımayan iki insan arasındaki konuşmayı başlatacak olan kelimeleri seçmiştim çoktan. Affedersiniz, diyecektim. O da dönüp bana baktığında en nazik ve de en sevimli tavrıma bürünüp tamamlayacaktım cümlemi: Bir sakıncası yoksa buraya oturabilir miyim?
Ama bunlara gerek kalmamıştı. Yanında dikildiğimi farkeden, siyah uzun saçlı, narin lacivert ayakkabılı, yalnız yolculuk eden bayan, sağ omuzunun üzerinden bana doğru baktı. Bir an için göğüs kafesime sığmayan kalbim, aniden yerinden koparak, kırmızı koltuklardaki kalp ressamlarının eserlerinin arasında yer almak istiyordu, hissetmiştim.
-Aman Allah'ım, Esin sen ha! Gözlerime inanamıyorum.
Diyebildiğim bu kadardı. Aynada göremesem de kendimi, sanırım şaşkınlığımı ve de sevincimi, yüz ifadem tüm çıplaklığıyla anlatıvermişti bir çırpıda.
-Evet benim. Bunca yıl sonra şaşırdın değil mi?
-Tahmin edemeyeceğin kadar çok hem de. Dünya aslında ne kadar küçük düşünsene.
Yanınıza oturabilir miyim sorusunu sormama gerek kalmamıştı. Çantam da ben de yüzsüzce yerlerimizi almıştık çoktan.
Onunla ilk tanıştığımızda da benzeri heyecanları yaşamıştım. Daha ilk okul çağlarındaydık. Okul bitmiş, uzun, sıcak günlerin olduğu yaz tatili başlamıştı. Beyaz badanalı, kerpiç evimizin taş avlusunda, sıcaklar çökmeden annem ateşi yakmış, o dönem bilim kurgu filmlerindeki uzay gemilerini andıran sacın üzerinde, ekmek pişiriyordu. Bense avlunun bir köşesindeki ağacın altında Rıfkı'yla oynamakla meşguldum. Bembeyaz tüyleri, ince uzun kulaklarıyla öyle sevimli bir tavşandı ki zamanla onu içten içe kıskanacaktım.
Sıcaklardan iyice sararmış avlu kapısı açılıverdi birden. Gelen annemin yakın arkadaşı Fidan Teyze idi. Çizgi çizgi olmuş esmer kuru yüzü bakışlarındaki keskinliği daha da abartırdı. Giysilerinin her yerini saran rengarenk çiçek motifleri, iri cüsseli bu teyzenin ciddi görüntüsünü zerre kadar yumuşatamazdı. Nasırlı elleriyle yanaklarımı sıkarken anneme doğru bakarak her defasında:
-Sadiye, maşallah, ne kadar da güzelleşiyor her geçen gün. Herhalde kocanı çok sevdiğin bir zamanda doğurmuşsun, diyerek, ciddi ciddi gülerdi. Sonra da nazar değmesin diye hafifçe tükürür, tekrar elleriyle silerdi yüzümü. Annem, şikayetlerimin ardından onun aslında çok iyi kalpli bir insan olduğunu, küçüklüğünden beri yaşamış olduğu acıların yüzünü katılaştırdığını söylerdi her defasında. İyi bir kadındı belki de ama Rıfkı'yla ben ona pek görünmek istemezdik.
Fidan Teyze'nin yanında güzel elbiseleri ve de tertemiz ayakkabıları olan iki çocuk duruyordu.
-Sadiye kolay gelsin, diye seslendi o gür sesiyle. Bizim kızın çocukları, birkaç hafta bende kalacaklar. Senin ufaklıkla arkadaşlık ederler diye düşündüm.
-İyi etmişsin. Gelin çocuklar gelin, durmayın öyle. Ben de ekmek yapıyordum. Birazdan şöyle bir kabak bükmesi yaparım, yanına da şöyle demli bir çay.
-Hay sen çok yaşa Sadiye. Dur biraz sana yardım edeyim. Haydi çocuklar siz de kardeş kardeş oynayın.
Belki de Fidan Teyze'nin yanında tam bir ufaklık olarak duruyordum, nedense bu kez bu lafa pek kızmamıştım. Çocuklardan uzun boylu, biraz irice olanın ismi Kadir'dı. Simsiyah kıvırcık saçları vardı. Ablası ise ona göre daha kısaydı ve de birazcık da cılız. Uzun siyah dalgalı saçlarıyla öyle güzel tebessüm ediyordu ki ilk elini uzatan da o olmuştu.
-Selam, ben Esin.
Ardından da, az önce bir şeye sinirlenmiş tavrıyla kardeşi uzattı elini.
-Ben de Kadir.
Tam ismimi söylerken Esin'in o elâ gözleri parladı, birdenbire bir çığlık attı:
-Aman Allah'ım ne sevimli şey o öyle.
Günün geri kalan kısmını Esin Rıfkı'yla geçirmişti. Top oynamaktan hoşlanmayan ben ise, bütün gün Kadir'i memnun edebilmek için eğleniyormuşum gibi yapmıştım. Ayrılırken Esin dönüp bana:
-Yarın sen de bize gel istersen, ama Rıfkı'yı da getir, demişti.
Nedense o gün Fidan Teyze'yi sevebileceğimi anlamıştım.
O günden sonra hep birlikteydik artık. Kadir top oynayabileceği yeni arkadaşlar bulmuştu. Ben de onunla sıkılmak zorunda kalmıyordum artık. Esin'le birlikte olmanın tadını çıkarıyordum bütün gün. Bazen anneannesinin evinde şehirden getirdiği mandolinini çalardı. Özellikle 'Samanyolu' adlı parçayı çok sevmiştim. Birkaç kez bana da çalmayı öğretmeye çalışmıştı ama bir türlü becerememiştim. Piyano çalmasını da biliyormuş. Müzik öğretmeni olan annesinden öğrenmiş. Evlerindeki kuyruksuz olan modellerdenmiş, ama ileride kuyruklu bir piyanoya sahip olmak en büyük hayaliymiş.
Bazı günler kasabanın tozlu yollarında boş boş gezerdik. O bana yaşadığı yerleri anlatırdı hep. Yüksek bir apartmanda yaşıyorlarmış, balkonundan görünen manzara şahaneymiş. Çok sevdiği kırmızı bir bisikleti varmış. Bir gün düşüp dizini yaralamış. O günden beridir de binmiyormuş. Canının çok yanıp yanmadığını sormuştum arka arkaya birkaç kez.
Ben ona geçtiğimiz yerlerdeki çiçeklerin, kuşların isimlerini öğretmeye çalışırdım. Hatta bazen bir ağaca tırmanır, yemiş toplar, gölgesinde afiyetle yerdik. Bazen de bakkal Remzi'den aldığımız cikletlerden çıkan manileri birbirimize okur, anlamlar çıkarmaya çalışırdık. Ben en çok bu oyunu severdim.
Bazı geceler ertesi gün yapacaklarımızı düşünmekten bir türlü kapanmazdı gözlerim. Kahvaltıda, kızarmış gözlerimi farkeden annem hasta olup olmadığımı sorduğunda, bir şeyim yok diyerek geçiştirirdim.
Fidan Teyze'nin, kiremitlerinin dans ettiği, pencerelerindeki mavi demirliklerin, dökülmüş sıvaların akibetine yakalanmamak için ellerinden geldiğince birbirlerine tutundukları, tek katlı evinin önünde, filmlerdeki artistlerin kullandığı arabalardan birisi duruyordu, güneşte parlayan tertemiz boyasıyla.
Esin yine her zamanki o sevimli tavrıyla karşılamıştı beni.
-Bak bu annem bu da babam.
-Anne, baba bu da Murat. Hani size bahsetmiştim ya, Sadiye Teyze'nin oğlu.
-Hoş geldin çocuğum, gel buyur.
Esin güleryüzlülüğünü annesinden almıştı sanırım. Narin bakışlı, uzun düz saçlı, yuvarlak alınlı bu şık giyimli kadının yüzü öyle beyazdı ki sanki bir nevi nur inmişti. Ona baktıkça Esin'i görüyordum.
-Gel oğlum çekinme, gel otur şöyle.
Bu tok sesli, uzun boylu, hafif göbekli, biraz seyrelmiş kıvırcık saçlı adama bakınca, acaba Kadir de o yaşlarda böyle mi görünecek sorusu aklımdan geçiverdi birden. Gümüş renkli geniş gözlüğü onun, önemli bir işle mesgul olduğunu daha görür görmez söyleyiveriyordu. Başarılı bir doktor olan babasını epeyce anlatmıştı Esin bana. Hayalimde başka türlü canlandırmıştım, belki de izlediğim filmlerin etkisiydi bu yanılgı.
Bir koltuğun ucuna yerleşmiştim. O sırada mutfaktan, Kadir'le anneannesi içeriye gelmişlerdi. İlk kez Fidan Teyze'yi gördüğüme sevinmiştim. Bir ayağımı bir ayağımın üzerine koymuş, ellerimi çekingen bir tavırla kenetlemiştim. Kadir birden:
-Baba, Murat top oynamayı hiç sevmiyor. Zaten pek de oynayamıyor, deyivermişti.
Bir an kızardığımı hissettim, acaba onlar da farketmişler miydi bunu? Neyse ki Esin imdadıma yetişmişti:
-Murat'ın çok sevimli bir tavsanı var, adı da Rıfkı. Bütün çiçeklerin ismini de biliyor, kuşların da, diyerek konuyu değiştirmişti.
O gün Esin'in babası epeyce okulumla ilgilendi. En çok sevdiğim dersi sorunca, fen diye cevaplamıştım. Ardından da büyüyünce ne olmak istediğimi sormuştu. Hiç düşünmemiştim aslında o güne kadar ama birden:
-Doktor olmak istiyorum, demiştim. Sıkılgan bir tavırla Esin'e bakmış, o da gülümseyerek bu cevabımı beğendiğini belli etmişti.
-Aferin oğlum sana, diyerek elleriyle saçlarımı okşadı, Okan Amca. Demek ki doktorların elleri hep böyle yumuşak oluyordu.
Nilüfer Teyze'nin, annesiyle birlikte yapmış oldukları yemeklerden afiyetle yedik. Fidan Teyze'nin çay içme teklifine karşılık Okan Amca:
-Sağol anneciğim, biz gün batmadan yola çıkalım, diyerek karşılık verdi.
Duymak istemediğim ama her tarafıma yavaş yavaş dağılan bir acıyı hissediyordum.
Valizler yüklenmişti. İlk gördüğümde bende hayranlık uyandırmış olan bu arabaya biraz kızgınlıkla bakıyordum. Beyaz en çok Rıfkı'ya yakışıyordu, en azından Esin'i bu kadar uzağa kaçırmıyordu.
Kadir çoktan arabadaki yerini almıştı. Bir an önce gitmek için sabırsızlanıyordu. Esin'le önce sarıldık. Sonra da, Esin elinde tuttuğu defteri bana doğru uzatarak:
-Bana bol bol mektup yaz, olur mu? İlk sayfaya adresimizi yazdım, demişti.
Fazla bir şey diyememiştim. Sanki boğazımı kocaman bir bilye tıkamış, bir türlü yutamıyordum, dışarıya da atamıyordum. Okan Amca'yla Nilüfer Teyze'nin ellerini öptüm, gözyaşlarımın ellerine değmemesine dikkat ederek. Hepsi arabaya bindiler. Nöbet yerini ne pahasına olsun terketmeyen bir asker misali, yerimden hiç kımıldamamıştım, o beyaz renkli araba gözden kayboluncaya kadar. Ayrılmak, böyle bir şeydi demek.
-Gözleri yaşlı Fidan Teyze, diz çökerek sarılmıştı bana. Kendimi tutamamıştım. O gün Fidan Teyze'nin iyi kalpli bir insan olduğuna inandım.
Neyse ki mektuplaşıyorduk. Esin bol bol yaşadığı yerleri anlatıyor, bir gün mutlaka gelmelisin diyordu. Her okul dönüşü anneme mektup gelip gelmediğini sorar, annem de alaycı bakışlarıyla:
-Oğlum istersen git, postanede uyu derdi.
Babam ise okumakta olduğu gazetesinden başını kaldırıp:
-Hanım uyma şu çocuğa. Adam aşık, olacak o kadar, der ardından da ikisi birden basardı kahkahayı.
Sonraki yıllarda kolej sınavını kazanıp, şehre yatılı okula gitmiştim. Sınavlara gece gündüz çalışırken, kazanacağım okuldan çok, şehirde Esin'e daha yakın olacağımı düşünür şevklenirdim.
Sonunda hayallerim gerçek olmuştu. Hafta sonları onlarda kalıyordum, eskisi kadar da sıkılgan değildim. Kadir ise benim bir gün futbolu seveceğime dair umudunu çoktan kaybetmiş, bizi yalnız bırakıyordu. Rıfkı çoktan ayrılıp gitmişti aramızdan. Onun ismi, annesinin ve de babasının doğum gününde Esin'e hediye olarak verdikleri, şirin beyaz köpekte yaşıyordu.
Yurttayken, bir an önce hafta sonu olması için dua ediyordum. Derslerde, onun ismini defterlerime, kitaplarıma yazmak, vazgeçilmesi neredeyse imkansız bir alışkanlık haline dönüşüvermişti. Bir gün ona her şeyi söyleyecektim. Birkaç kez denemişsem de cesaretimi bir türlü toplayamamıştım. Günler öyle güzel geçiyordu ki, ayrılıkların ve de kavuşmaların yaşandığı o essiz haftalar.
Ta ki o her şeyin alt üst olduğu güne kadar. İlk kez Esin' in bana kızdığına şahit olmuştum. Oysa ona söylemek istediğim o kadar çok şey vardı ki. Kelimeler, gözyaşlarımla birlikte içime hapsolmuşlardı. Onun kızgın bakışları altında, o anda tek hissettiğim şey; keşke yer yarılsaydı da içine girseydim ve orada sonsuza dek kaybolsaydım duygusuydu.
Onunla uzun yıllar sonra tekrar karşılaşmış olmak içimde derin bir sevinç uyandırmıştı birden. Birbirimize anlatacak çok şeylerimiz olmalıydı.
-Nasılsın Esin? Kaç yıl geçti aradan. Neler yapıyorsun anlatsana?
Hangi soru çok dokunmuştu ona bilemiyorum, 'nasılsın' mı, yoksa 'neler yapıyorsun' mu. O güzelim elâ gözleri dolmuştu önce, yüzü titriyordu. Birkaç inci tanesi süzülmüştü yanaklarından. Ardından da hıçkırıklara boğulmuştu birden. Birbirine kenetlenmiş zarif elleri çözülmüştü, sarılmıştık.
Ağlamaklı bir şeyler söylüyordu, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. 'Her şey bitti, bunca zaman sonra her şey bitti.' Ne kadar zaman olmuştu ona böylesine sarılmayalı, ne kadar da özlemiştim onu. Kalbim sadece kan dolaşımını yerine getirmekle yükümlü bir uzuv olmaktan çıkmış, çok hoş bir görevi daha olduğunu hatırlamıştı nice zaman sonra. O ne kadar ağladı ve ben ne kadar ağlamadım bilemiyorum.
-Kusura bakma, seni dertlerimle sıkmak istememiştim.
Elâ gözleri, o hayranlık uyandıran rengini kırmızılıklara bırakmıştı. İnce yuvarlak burnu, hafif şişkin yanakları al al olmuş, sevimli bir kız çocuğunun masumiyetine bürünmüştü. İçinden kağıt mendil aldığım çantam sevinmişti bir an. Hala bir işe yarıyor olmanın verdiği bir duyguydu bu sanırım.
-Sağol canım, ne kadar iyisin.
-Önemli değil. Anlatmak istersen dinlerim seni. Destek olmak isterim sana.
-Her şeye rağmen, bana karşı hala o kadar anlayışlısın ki.
Kağıt mendiller çoktan bitmişti, kalın örgülü kahverengi kazağının kolları kurutmaya çalışıyordu gözyaşlarını. Dışarılara daldı gitti gözleri, derince bir nefes aldı, hafif hıçkırıklı.
-Boşanıyoruz, dedi.
-Olamaz, inanmıyorum. Bunca yıllık beraberliğinizden sonra.
Sevincimi saklayabilmiş miydim acaba?
-Her şeyi bitirmeye karar verdik. Aldattı beni pis herif. Hem de en yakın arkadaşımla.
Ağlamaklı şişkin gözleri, gözlerimdeki sevincin parıltısını farketmesin diye pencereye doğru çevirdim başımı. Camda düğün anını görüyordum. Evliliğe adım atmak üzere olan çiftin mutluluğuna, insanların dans ederek, şarkılar söyleyerek ortak olacağı bu düğün töreni, kahrından ölmek üzere olan benim için düzenlenmiş bir cenaze töreniydi aslında. Kimseciklerin fark etmeyeceği, içten içe yaşanan bir hüznün, bir isyanın, bir bitişin merasimi. Gitmek istememiştim, olgun bir erkek gibi davranmalıymışım. Gitmiştim sonuçta. Dans ederlerken, ne kadar da boş hissetmiştim ellerimi. Altına ve paraya boğulmuş gelinliğinin beyazlığı, neden bana bu dünyada her şeyin gelip geçici olduğunu hatırlatıp duruyordu? Mutluluklar dilerken, ne kadar da kısık çıkmıştı sesim. Ben bile duymamıştım oysa. Sonuna kadar dayanamamıştım bu işkenceye. Herkes eğlenirken, gecenin karanlığına saklanmıştım sabaha kadar.
-Ne güzeldi okullu yıllar. İnsan yaşarken sahip olduğu güzelliklerin kıymetini bilmiyor. Umarım sana değer verecek, seni çok sevecek bir insanla hayatını birleştirirsin ve de mutlu olursun.
Yıllar önce bana yaşatmış olduğu duyguyu, kendisi yaşıyordu şimdi. Yalnız kalmıştı seneler sonra. Ben de terkedilmiştim kariyerim tarafimdan. Elime tekrar bir fırsat geçmişti, bunca zaman sonra onu tekrar kazanabilirdim.
Beni harekete geçirecek o heyecanı neden hissedemiyordum ki şimdi? Kalbim çok kırılmıştı belki de, belki de onu tekrar kaybetmekten korkuyordum. Sanırım onun bu zayıf halinden yararlanmayı da pek doğru bulmuyordum. Ya da sadece yorgundum.
Bir kez daha sarıldık, ve de yıllar önce yaptığımız gibi tekrar ayrıldık.
Dışarıya doğru baktım, onu son bir kez daha görebilirim umuduyla. Sanki kuş olup uçup gitmişti. Yapayalnız kalmıştım. Tanıdık bir duygu olmasına rağmen her defasında, içinde parçalanıp kaybolduğum bir boşluktu tüm benliğimi saran. Bir an için şefkate ihtiyacım olduğunu sezen kışlık gri paltom, beni olabildiğince sarıvermişti. Lüks bir caddenin, gösterişli bir mağazasından kopartıp kendi hayatıma katmıştım bir zaman önce. Benimle sefil bir hayat sürecek olmak üzere. Bunu çok yadırgar mıydı?

***

Yavaş yavaş hareket eden trenin penceresinden içeriye sızan çamların hoş kokusu, ne kadar da huzur verici. Aynı dili konuşan irili ufaklı binacıklar, bir desen gibi işlenmiş bu yeşil örtüye. Bir yerlerden bir yerlere çağlayıp duran, hayat dolu bir gençlik seli. Kulağıma ulaşan kuş seslerine, gitar çalan entel görünümlü bir gencin melodisi karışıyor. Ardından hayranlarının alkışları. Birisi arkadaşlarına heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyor, arada sırada ellerini, kollarını da kullanarak. Onu bu kadar çok heyecanlandıran konu ne olabilirdi ki acaba? Kaç seferdir sınavlarını alamadığı dersin kendisine zıt giden hocası, bir türlü kadir kıymet bilmeyen kız arkadaşının artık çekilmez hale gelen kaprisleri, insafsızca zam yapan ev sahibinin bitmek tükenmek bilmeyen para hırsı, türlü teknik hilelerle donatılmış bir Amerikan filminin hikayesinden ziyade, göz kamaştıran ve de akıl karıştıran sahneleri. Ya da hiç birisi. Belki de sadece, bir trenin kampüslerinin bu kadar yakınından geçmesine izin veren politikacılara küfreden koyu bir çevreciydi.
-Biletiniz lütfen.
Bir refleks hareketiyle sol elim, gizlendiği yerden bulup çıkarmıştı biletimi. İçeriyle epeydir alakasını kesmiş olan gözlerim, dışarıdaki hayat dolu dünyanın müptelası olmuştu çoktan.
-Ne o evlat, sadece gidiş bileti almışsın. Dönmeye niyetin yok mu yoksa?
Kulaklarıma ulaşan bu tok ses, tanıdığım birisini anımsatmıştı bana. Hızlıca çevirdim başımı.
-Hulusi Hocam. Siz miydiniz? Kusura bakmayın dalmışım. Sizi farketmemişim. Müsade edin elinizi öpeyim.
-Estagfurullah evladım, eksik olma.
Arkaya taranmış, hafif beyaz saçları, uçları inceltilmiş, yukarıya doğru kıvrılan ince bıyıkları, tebessümü eksik olmayan geniş yüzü, hayat dolu gözleriyle karşımda duruyordu, yıllarını üniversiteye adamış bu sevecen insan, kucaklaşıp sarılmaya davet eden en babacan tavrıyla.
Sağ elini omzuma koydu, karşısındaki insanın ruh halini anlamaya istekli bir yüz ifadesiyle şöyle bir gözlerime baktı.
-Bu yolculuklar için çok gençsin daha, önünde yıllar var. Hadi benim yaşımda olsan neyse. Emekli olduğumdan beri durmuyorum olduğum yerde.
-Hocam çok oluyor mu emekli olalı?
-Siz mezun olduktan kısa bir süre sonra okuldan ayrılmaya karar verdim. Zaten son dönemlerde öğrencilerin derslerime olan ilgisi epeyce azalmıştı. Ben de eskisi kadar heyecanla sınıfa girmiyordum. Sanırım sahneden çekilmenin zamanı çoktan gelmişti de geçiyordu bile.
-Peki şu an memnun musunuz hayatınızdan hocam?
-Memnun olmayıp da ne yapacağım. Artık kilometreyi doldurmak üzereyim.
Bir an durakladı sonra devam etti.
-Düşünmeye çok vakti oluyor insanın. Aslında hep neyi hayal etmişimdir biliyor musun?
-Neyi hocam?
-Gece gündüz trenlerde yolculuk etmeyi. Bir bilet kontrolörü olarak çalışsaydım daha çok mutlu olurdum herhalde. Düşünsene ne zevkli olurdu, bir yerlerden bir yerlere gitmek, değişik değişik insanların arasında.
-Gerçekten ister miydiniz?
-Hem de nasıl. Üniversitede ders verdiğim yıllarda aklıma birkaç fikir gelmişti. Örneğin koltukların arkasında, trenlerin tarihçelerini anlatan kitapçıklar bulundurmak. Boş bir zamanımda kendim böyle bir örnek hazırlamıştım. Atılmamışsa eğer, oyuncak trenlerimin bulunduğu odanın bir köşesinde olması lazım.Ya da biletlerin seri numaralarından yola çıkarak, belli dönemlerde çekilişler yapıp, trenlerle ilgili hediyeler dağıtmak. Yetkililere bunlara benzer bazı fikirlerimi yazıp göndermiştim. Sanırım beni pek ciddiye almadılar.
-Belki meraklı bir yetkili zamanı geldiğinde önerilerinizi unutuldukları yerde bulur, ortaya çıkarır, ve de hayata geçirir.
-Kim bilir evlat, belki de kim bilir…Neyse anlat anlat bitmez benim hayallerim. Ben en iyisi yoluma devam edeyim.
-Hocam sizi bunca zaman sonra gördüğüme çok sevindim.
-Ben de evlat ben de…Umarım her şey en kısa zamanda yoluna girer.
Ne tuhaf, bana mesleğini çok seviyormuş gibi gelirdi. En azından derslerini anlatırkenki tavrı böleydi. Kimse derslerini ciddiye almıyordu. Bense dinliyormuş gibi görünüp, Esin'in olduğu alemlere kaçıyordum, hayaller kurarak.
Bir keresinde bana doğru yaklaşarak:
-Derslerimi dinleyen tek bir kişi bile olsa, anlatmaya devam edeceğim, demişti, bütün sınıfın iyice azıttığı, moralinin oldukça bozuk olduğu bir anda. Son sınavda en yüksek notu aldığımda da, hafif alaycı gözlerle sınıftakilere doğru bakarak:
-Gördünüz mü, dersi takip eden belli oluyor, demişti.
Başarımın asıl sırrını bilen arkadaşlarım basmışlardı kahkahayı ardından.

***

Ağır ağır hareket etmekte olan treni görünce geçmişlerini özlemle hatırlamışlar mıydı bilmiyorum. Başı sonu belli olmayan bu meydanda, kendilerine hiç de yakışmayan bir sessizliğin içine gömülüp kalmışlardı, büyük çarpışmaların yaşandığı bir savaş sonrası sessizliğine. Yan yana dizilmiş, üst üste yığılmış bu cansız varlıkların arasında gizlice gezinen, zaman zaman sallanan bir ağaç dalında, ya da yükselen bir toz bulutunda kendini belli eden rüzgar, bir ağıt gibi derin ve de dokunaklı. Son bir kez tüm güçlerini toparlayıp arkamızdan gelmek istiyorlardı sanki. Onları bir arada tutan, sırf mesaisini doldurmaya çalışan bir bekçinin tavrındaki tel örgüler, onlara karşı hiç direnmeyeceklermiş gibi duruyorlardı. Ne kadar uğraşsa da hiç bir zaman hedefine ulaşamayacağını bilen birisinin çaresizliği bulaşmıştı, çoktan sönmüş olan kırık dökük farlarına. Yine de herşey bitmiş değildi. En azından birkaç afacanın oyunlarına mekan oluyorlardı. Bu kırık dökük arabaların arasında saklambaç oynamak bence daha zevkli olurdu ama… Onların arasına katılsam. Sorumluluklarımdan sıyrılıp tekrar çocuk olsam. Düşünmesem duygulansam. Lacivert arabanın içindeki afacanlar nereye gitmeye hazırlanıyorlar bilmiyorum. Ama ben olsam masallardaki ülkelere giderdim, aracın önünde dikilmekte olan çocuğu da ikna ederek. Sanki o hep burada yaşamış gibi. Zamanla arabaların rengi üzerine bulaşmış. Elindeki sopayla, önünde duran lacivert renkli metal kutuya amaçsızca vuran çocuk, sanki izlendiğinin farkında. Bana doğru bakıyor, hissediyorum. Uzaklaştıkça, şiddeti gittikçe artan sesler ulaşıyor kulağıma, öfkenin karıştığı sesler.
Sağı solu delirmişçesine yumruklayan kişi, kapının açıldığını farketmiş olmalı ki, hızlıca vagonu terk etti, bir bacağını tam olarak kullanamamasına rağmen. Belli ki korkutmuştum onu. Oysa biraz meraktan, biraz da yardım edebilme isteğindendi onu rahatsız edişim.
Kapılar açıldı kapılar kapandı. Boş koltukların rahatça yolculuk ettikleri vagonlardan akıp geçtik, onların rahatını bozarak. Gittikçe yorulan bacaklarım için belki de saklambaç oynamak daha uygun olurdu. Son kapı açıldı, son kapı kapandı. Kalp atışlarını duyuyordum, nefes alıp verişini. Gözlerine korkunun izleri sinmiş olmalıydı, göremiyordum. Ter kokusu karışmıştı, hızlıca ciğerlerimize çekip bıraktığımız havaya. Perdeler açık, pencereler kapalı.
Yavaşça geriye dönen yabancı, sessizliğini bozmuştu, sanırım kaçacak yerinin olmadığını da düşünerek.
-Bırak artık peşimi, çık git hayatımdan.
-Kadir…
Yüzündeki ifade öyle yerleşmişti ki hafızama, yıllar boyu terketmeyecekti beni. Yüreğindeki kırgınlık ve de kızgınlık ağır gelmeye başlamıştı, bütün vücudu titriyordu. Öfkenin resmini yapmam istenseydi şayet, sadece onun gözlerini kağıda işlemem yeterli olurdu sanırım. Bir zamanlar dostça selamlaşmalarımıza ve kucaklaşmalarımıza tanıklık etmiş olan elleri yumruk olmuş, sanki parmaklarının arasında beni eziyordu.
-Niye seninle karşılaşmak zorundayım hep, niye?
-Kadir böyle söyleme, çok üzülüyorum.
-Üzülmek ha! Sen bilir misin üzülmenin ne olduğunu? Herkesten kaçmanın, geçmişle yaşamanın, insanın içini kemirip duran o yalnızlığın ne olduğunu?
-Ben de çok yalnızım aslında.
-Sus, seni duymak istemiyorum. Hepiniz ne güzel sınavları kazanıp üniversitelere gittiniz. Ya ben? Bütün hayallerim suya düştü. Futbol hayallerim de dahil. Dost sandığım sizler bir kerecik bile olsun arayıp sormadınız beni. Öyle ya, yeni yaşamlarınızda eskilere ne gerek vardı ki?
Ne dese haklıydı. Çok yorgundum. Hep aramayı düsündüm ama fırsat olmadı. Böyle diyemezdim, sustum. Zaten uzun olan boyu, daha da uzamaya başlamıştı sanki. Kıvırcık gece siyahi saçları gittikçe gürleşiyor, gözleri iyice incelip kararıyor, rengi iyice atmış beyaz yuvarlak yüzü, genişledikçe geriliyor, hala kuvvetli görünen elleri iyice irileşiyordu. Belki de sadece ben küçülüyordum bu öfkeli bakışların altında.
Beni dinlemek istemeyen kırgın ve de kızgın dostumun bu halini görmeye dayanamıyordum artık. Gözlerimi kapadım bütün gücümle, tekrar açılsınlar istemiyordum. Sesler dolaşıyordu etrafımda. Birbirinin içine geçmiş konuşmalar.
Amcam yine her zamanki gibi öğütler veriyordu. Ama bu kez lacivert arabasını vermeye ikna etmiştim. Çok sevinçliydim. Dinlemiyordum onu, hayaller kuruyordum.
Esin babasının ne kadar hızlı araba kullandığını anlatıyordu zaman zaman hayranlıkla. Onu hayran hayran dinliyordum hep, seviyordum.
Kadir neden ciddi görüntüsüyle her teklifimize karşı çıkardı? 'Bu fırsat bir daha elimize geçmez' deyişim içime tam olarak sinmemişti ama. Heyecanlıydım.
Belki de sadece saklambaç oynamalıydık o gün.
Kapı kapandı, gözlerimi açtım. Avazım çıktığınca bağırdım.
-Arayacağım seni. Hem de en kısa zamanda. Söz veriyorum.
Bu sefer duymuş muydu beni?

***

Herşey yolundaymış gibi davranan gri paltom, siyah çantam, niçin susuyorsunuz? Neden bakıyorsunuz yüzüme öyle neden? Neden? Bu sessizlik çıldırtacak beni.
Her şey karardı birden, sonra ışıklar yandı. Bir dağı delip geçiyorduk anlaşılan. Babamın aksiydi camda görünen; kahverengi, ince sarı çizgili takım elbisesi, dedemden kalma cep saatinin, yeleğinin cebinden sarkan gümüş zinciri, yanından hiç ayırmadığı siyah taşlı tesbihi, biraz ak düşmüş hafif dağınık saçları, yine o çok düşünceli dalgın esmer yüzü.
Ne kadar yalnızım baba bir bilsen, ne kadar yalnız. Yaşamak bu kadar zor mu gerçekten? Hep merak etmişimdir neler düşündüğünü, o derin bakan gözlerinin gerisinde saklı duran dünyaları soramadım hiç. 'Oku adam ol, bizler gibi sürünme' deyişin hala kulaklarımda. Her şeyin bittiğini sandığım zamanlarda, elini omuzuma koyup, 'Evlat söyle bakalım, bügüne kadar azmin elinden kurtulan olmuş mu?' diye soruşun, ardından da çok sevdiğin bir eşyayı hediye edişin.
Bir keresinde dalgın dalgın oturduğumu farkedip yanıma gelmiştin.
-Aşk zaman zaman konuşamamaktır, uzaklara dalıp için için düşünmektir. Bazen dilin söylemeye cesaret edemediğini, güzel bir mektup anlatıverir, demiştin.
Cesaretsizliğimin tek şahidi dolma kalemin hala yanımda.
Keşke bizleri erkenden terkedip gitmek zorunda kalmasaydın. 'Bu kasabada doğdum, Allah bilir ya bu kasabada da öleceğim. Sen kurtar kendini' deyişin hala zihnimde canlı. Mezun oluşumu görmeyi ne kadar da arzu etmiştin.
Korkuyorum baba, korkuyorum. Keşke şu an elini omuzuma koyup, beni yüreklendirecek birkaç söz söyleyebilseydin.

***

Güneş olabildiğince doldurmuştu vagonun her bir köşesini, içim ısınmıştı. Yemyeşil tarlaların arasından ilerliyorduk; biraz oyalanıp, etrafındaki güzelliklerin her birine uğramak isteyen bir dere misali, yavaş yavaş, arasıra yönümüzü değiştirerek. Artık ihtiyaçları olmayan kardan şapkalarını çoktan çıkarmış olan dağları bulutlar gizleyemez olmuştu, heybetli cüsseleriyle yükseliyorlardı karşıda. Önlerine, sarının ve de yeşilin tonlarının birbirine karıştığı ovaya tek tük evler serpiştirilmiş, birkaç ağaçla birlikte. Bahçenin birinde, bir çınarın gölgesinde, ahşap sandalyede oturup çay içmek, uzun uzun hayallere dalıp. Dışarıya uzattığım başımı okşayan rüzgar ne kadar da şefkat dolu. İlkbahar gelmiş, duyuyorum sabırsızca açmakta olan çiçekleri. Nice zaman sonra geriye dönmüş olan göçmen kuşlara takıldı gözlerim, gökyüzündeki sevinç dolu kanat çırpışlarına ve de huzur dolu süzülüşlerine. Özlemişim buraları, yıllar olmuş gelmeyeli. İleride parıldayan ince uzun yapıyı tanımıştım, asağı mahallenin camisinin minaresi.
Birbirine iyice sokulmuş, kalın siyah harfleri bir arada tutmaya zorlanan kara şeritli beyaz levha, asılı durduğu duvarı işgal etmeye çalışmasa, belki de buranın bir istasyon olduğunu farkedemeden devam edip gidecektik. Ama neyse ki durmuştuk, telaşlı ve de gürültülü kalabalığın arasından geçerek. Beni mi karşılamaya gelmişlerdi yoksa?
Gel bakalım yol arkadaşım benim. Tanıştığımız günden beri az yolculuk etmedik seninle. Buraları görmek de nasip oldu sana.
Sanki tüm yolculuğumuz süresince iyice hafiflemişti siyah çantam. Zorluk çıkarmadı yerinden kalkmak için.
Kapının açılmasıyla ılık bir rüzgar değdi yüzüme. Toz kalkmasın diye henüz sulanmış olan beton zeminden yükselen o tatlı koku tanıdık gelmişti bana. Yıllar sonra geriye dönmüştüm.
Kimseler farketmemişti trenden inişimi. Demek ki unutulmuştum. Niye yadırgıyordum ki bunu, aradan bunca zaman geçmiş. Anne babalarıyla dikelmekte olan şık giyimli çocukların yanına birer çanta konuçlanmıştı. Bir gelenektir aslında, kasaba dışına gidilirken en güzel elbiseler giyilir. Çocukların yüzlerinde tarif edilemeyecek cinsinden bir heyecan var. Biraz da tedirginler. Annelerinin çoğunun bir eli çocuklarının başında, bir eli mendilli, gözlerinde. Babalar aynı ritmi tutturmuşlar, ciğerlerinin en derin köşelerine kadar inmiş olan dumanı bulutlara ulaştırmaya çalışıyorlar. Ara sıra birbirleriyle konuşuyorlar, heyecanlarını belli etmemek için olağanüstü bir çaba sarfediyorlar, görüyorum. Çoğunu tanıyorum bu insanların. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen hiç yaşlanmamışlar. Sanırım doğal hayatın nimetleri bunlar. Şehrin, insanı her geçen gün azar azar eritip yok ettiği o stresli günlerinden çok uzakta buralar. Çalar saatlerin horoz, rengarenk bahçeleriyle her ev sahibinin birer manav olduğu yerler.
Birazcık ileride, yere diz çökmüş olan sakin tavırlı, şık giyimli kadın, sırtı hafif bana dönük olan mavi takım elbiseli küçüğün elinden tutmuş bir şeyler anlatmakta. Yabancı gelmiyordu bu sima bana. Yavaş adımlarla ve de meraklı bakışlarla birazcık daha yaklaştım onlara doğru.
Kumral yüzüne değen güneş, hafifçe dalgalanan düz uzun saçlarında yansıyor, binlerce parıltıya dönüşüp etrafa saçılıyordu adeta. İnsana huzur veren bu sesin sahibi, daha iyi yerlere gelebilmemiz için hiç bir fedakârlıktan kaçınmamış olan ilkokul öğretmenimiz Münevver Hanım'dı.
Heyecandan yerinde durmakta zorlanan ufaklık, öğretmeninin elinden kurtulsa bir an için, uçup gidiverecekmiş gibi.
-Öğretmenim, annem geç kalmaz değil mi?
-Merak etme oğlum, birazdan gelir. Sakin ol, heyecanlanma.
-Öğretmenim korkuyorum, ya bu sınavı kazanamazsam.
-Düşündüğün şeye bak. Sen elinden geleni yaptın. Dünyanın sonu değil ya. Kaygılanma bu kadar.
-Uğraşıyorum ama olmuyor bir türlü öğretmenim.
-Biliyorum yavrum, biliyorum, kolay değil.
Başını yere doğru çevirdi. Çok duygulanmıştı sanırım.
-Oğlum bak, poğaçaları yetiştirdim sana.
Öğretmeninin ellerinden sıyrılan mavi takım elbiseli küçük, birden geriye döndü, annesinin kollarına atıverdi kendini.
-Oğlum benim. Bak gördün mü hemen gidip geldim. Evden çıkarken kapının arkasında unutmuşuz. Yolda arkadaşlarınla birlikte yersin. Bu yeşil torbadakiler Esin' in. Şehre vardığında ona verirsin, olur mu?
-Tamam anneciğim.
Acı acı bağıran kara trenin sesi yankılandı her yerde. Son bir kez daha sarıldılar, ağlamaklı.

Son

Mesut Balık (30) is geboren in Haarlem. Op zevenjarige leeftijd verhuist Balık naar Turkije. In Ankara studeert hij in 1996 af aan de Technische Universiteit Midden-Oosten (Ortadoğu Teknik Üniversitesi), faculteit bouwkunde. In datzelfde jaar keert Balık weer terug naar Nederland. Momenteel woont en werkt hij als bouwkundig ingenieur in Haarlem. Mesut Balık heeft meerdere malen korte verhalen gepubliceerd in verschillende Turkse studentenbladen in Nederland, waaronder HOB dedik, een uitgave van de Turkse studentenvereniging in Haarlem. Tijdens het Turks-Nederlands Poëziefestival in Amsterdam won Mesut Balık begin dit jaar de aanmoedigingsprijs in de categorie korte verhalen.

t